Hangisi
önemli:
AKP’mi,
Osmanlıca mı?
Eskiden böyle sorularla karşılaştığımızda dilimizin alışık
olduğu bazı ifadeler vardı. Örneğin ben “hoydatta, ata binesim geldi” demeyi
hala da severim. Daha geniş kabul gören ifadelerden biri, “dam üstünde
saksağan, vur beline kazmayı” idi. Türkü olarak da nedense “manda yuva yapmış
ağaç dalına” gelirdi aklımıza.
Aslında başlıktaki soruyu ben türettim. Nereden mi? Ümit
Kıvanç’ın “riya tabirleri” adlı bloğuna 5 Aralık günü koyduğu “Osmanlıca, AKP'den çok
daha önemli konu” yazısının başlığından. (Yazı boyunca italikler Ümit Kıvanç'ın)
Yazıyı okuyunca sinirlendim. Konunun içeriği bakımından değil. İfade
tarzı bakımından. Ben 60 (yazıyla altmış) yaşındayım. Ümit’le arkadaşlığımız
ise 44 (yazıyla 44) yıl önce
başladı. Yani bu kadar yılın hukukuyla onun hakaretamiz ifadelerini
kaldırabilirim diye düşünüyordum, ama ifadeler benim bile ağırıma gitti. Zaten
daha önce “Ergenekoncu, postal yalayıcı, darbe şakşakçısı vb. hakaretler
yemiştik, hatta bir yazıda porno filme bile düşürüleceğimiz söylenmişti (Bak.
Bu bloğun üçüncü yazısı, Ekim sekmesinde “Bir YAE’cinin amansız saldırısı”
başlıklı yazı. Siz anlamışsınızdır onu, o yazı da Ümit’in).
Şimdi 12 Aralık 2014 itibarıyla, Berkin’in, Ethem’in, Ali İsmail’in,
diğer Haziran direnişi kurbanlarının ve bu partinin iktidarı döneminde Soma’da
katledilmiş 301, Ermenek’te katledilmiş 18 madencinin, bir diğer eski solcu
tarafından Ergenekon tarafından kandırılmış zavallı olarak nitelenmiş olan
Metin Öğretmen’in görüntüleri gözümüzün önünden gitmezken, dört başı mamur bir
faşist uygulamalar silsilesi güvenlik paketi adı altında gümbür gümbür
gelmekteyken, “Osmanlıca AKP’den daha önemli konu” diyebilmenin ne olduğuna
yazının sonunda kısaca bir anektodla değineceğim. Şimdi bu yazının üslubu konusunda
söylenebileceklerin bir kısmını Ümit Kıvanç’ın yazısından araklayıp tersine
çevirelim.
……..
Bunu iddia etmek, “iyi niyetli bir girişim değil”; bunu önermek “akıl
almaz bir durumdur, muazzam bir vahamettir, korkunçtur”. Bunu öneren ve
destekleyenler “cahildir veya kötü niyetlidir”.
Çocuklarımızın Osmanlıca öğrenmesini desteklemek, hele bunu çok yararlı
“dangıllığıyla ifade etmek”, Osmanlıca’ya gereğinden fazla önem atfetmek
“hıyarlık, bu memlekette başımıza gelenden” ve gelmekte olandan “bîhaberlik,
sorumsuzluk”.
………
Bu kadar hakaret yeter. Ben yazdıklarımı henüz yayınlamadığım dönemde,
aslında bunlara yakın ifadeler de kullanıyordum. Ama onları benden başka kimse
okumuyordu. Yani bir noktada kendini tatmin sayılabilirdi. Ama bir blog yazarı,
yazılarını okuyacak kişileri, onların onurlarını, şereflerini, haysiyetlerini
vb. gözönüne almak zorundadır.
“İki kere ikinin dört olduğunu bilmeyen hıyardır” derse anlayışla
karşılanabilir belki, ama yukarıdaki gibi bir konuda kendisi gibi
düşünmeyenleri, “cahil, kötü niyetli, dangıl, hıyar, bîhaber, sorumsuz” gibi
sıfatlarla tanımlamak, basınımızda Engin Ardıç gibi köşe yazarlarından
tanıdığımız ve kınadığımız bir üsluptur.
………….
Aslında bu konu, bu kadar sertliğe filan gerek duymaksızın rahatça akılcı
bir biçimde tartışılabilir. Ben iki yıldan uzun süredir Osmanlıca el
yazması bir metin üzerinde (yazıyı çevirmek için değil, Latin alfabesine
çevrilmiş içeriğini Türkçeleştirmek için) uğraşan biri olarak, bu konu üzerine
günlerce konuşabilir, sayfalarca yazabilirim.
Tabii ki, blogtaki yazının başlığı böyle olmasa idi. Böylesi bir başlık için katiyen
değmez. Yine de içeriği cevapsız bırakırsam, yalnızca üslubun yanlış olduğunu,
ama içeriğin doğru olduğunu düşündüğüm zannedilebilir.
Ben, arkadaşım gibi hakaretlere başvurmadan, içeriğe neden şahsen değinmeyeceğimi
tarihi bir anektodla anlatmak istiyorum:
Waterloo Savaşı’nın sonunda mağlup olan imparator Napoleon generallerine
yenilginin nedenlerini sorar. Generallerin en kıdemlisi cevap verir: “Oniki
neden tespit ettik İmparator Hazretleri, birincisi barut bitmişti.” Napoleon sözünü
keser: “Öbür nedenleri saymanıza gerek yok.”
Ülkenin içinde bulunduğu ve yukarıda biraz bahsettiğim koşullarda bu
yazının başlığı, yazı açısından barutun bittiği yerdir. Devamını konuşmak
gereksiz.
İçeriğin Osmanlıca yazıya ilişkin cevabını Bodrum Gündoğan’dan hemşehrim
sevgili Selahattin Duman’a bırakıyorum:
Bu çocuklara Osmanlıca dersini kim verecek?
EĞİTİME kafalarına göre ayar vermeye çalışanlara kulak
asmayın.
Hele ki “Osmanlıca mecburi ders olacak, iyi olacak.
Bebelerimiz dedelerinin mezar taşını okuyabilecek…” diyenleri hiç sallamayın.
Cehalet adamı böyle konuşturur.
İnsanlığın bir numaralı sorununu tarif ederken boşuna
“Bilenler her meseleye kuşkuyla yaklaşırken, cahilerin kendilerinden küstahça
emin olmasıdır” dememişler.
***
Dedelerin mezar taşından başlayayım…
Eğer bugünün kuşakları Osmanlıcadan sorumlu tutulacaksa,
dedelerinin mezar taşları tamamen Latin harfleriyle yazılmış.
Orada bir sıkıntı yok yani. İsteyen parmak hesabı yapsın.
Çocuklar on bir-on yedi yaş aralığında.
Dedelerinin tamamı Cumhuriyet çocuğu, hepsi Latin
alfabesiyle büyümüş. Zahmetin sebebi buysa boşuna.
TARİHE DÜĞÜM ATMAK
Cumhuriyet, Latin harflerine geçerken çok katı davrandı.
Kültürel bağlarımızı koparıp attı. Bunu kabul ediyorum.
Ancak “O bağları yeniden birbirine ekleyip devam edeceğiz”
dersen fena mahcup olursun.
Osmanlıca
dediğin şey, senin elinde şirazeden çıkmış orta dereceli okullarda
haftada iki-üç saat dersle öğretilebilecek bir şey değil.
Hele elinden İphone’u, Tablet’i düşürmeyip, konuşmasını bile
unutan uşaklar için hiç değil. Hem o dersi kime verdireceksin?
Bak bakallım, senin edebiyat fakültelerinde, ilahiyat fakültelerinde bir
Osmanlıca kitabeyi görür görmez “gazete
başlığı gibi” okuyabilecek kaç kişi var?
O fakülteleri bitirenlerin yüzde doksanı Osmanlı
yazışmalarında kullanılan “Rika”
yazıyı bile okuyamazlar.
Üstelik ortada tek tip yazı yok. Sülüs,
Nesih, Divanî Celi, Ta’lik, Rik’a, Küfî, İcazet, Mali Siyakat, Muhakkak,
Reyhani.
Say sayabildiğin kadar.
***
İbn-I
Mukle’nin yarattığı Sülüs ve Nesih mezar taşlarında en çok
kullanılan yazı türü.
İslam kültürü, resim yasak olduğundan bütün gücünü yazıya
vermiş. Çeşitlemeye gitmiş. Misal hattatlardan Sultan Aliyy-i Tebrizî rüyasında Hazreti Ali’yi görmüş. Hazreti Ali ona
“Ta’lik yazıyı” tarif etmiş.
“Bu yazının harflerini bir kazın boynuna, göğsüne,
kanatlarına, kuyruğuna, gagasına benzet” demiş. O da benzetmiş. Ortaya çıkan ve
adına Ta’lik denen bu yazıyı, değme Osmanlıca uzmanı sökemez.
Hele mali yazışmalarda kullanılan Siyakat’ı okuyabileni ben
daha dünya gözüyle görmüş değilim.
ŞİFRE
GİBİ YAZIDIR
Bir de Aklam-ı
Sitte denen yazı topluluğu var. Sülüs, Nesih, Muhakkak, Rik’a,
Tevki, Reyhani adı verilen altı tür yazının toplamına böyle deniyor. Haydi,
bulun bunların tamamını bilen hocayı da dersini okutun.
Üstelik Osmanlıca yazısı devirden devire değişiyor.
Sultan
Mecid dönemindeki resmi yazışma ile Sultan Abdülhamid döneminin yazışması dahi
birbirini tutmaz. Yazı dönemden döneme karakter değiştirir.
Rahmetli Aziz Nesin geride binden fazla dosya bırakmıştı.
Tamamına yakını eski yazıydı. Ali Nesin’den bir-iki dosyanın fotokopisini
almıştım. Fakülteden gelen hocamla birlikte Aziz Bey’in yazısını on beş günde
çözebildik.
Kazım
Karabekir Paşa’nın bizzat yaptığı itiraftır.
Paşa anılarını yazıp bitirdikten sonra defterleri eline
almış. Çoğu yerde kendi yazısını kendi okuyamamış. Veliler “nereye gidiyoruz”
diye endişelenmesin.
Bizdeki eğitim neye ağırlık verirse ahali ona düşman olur.
Cumhuriyet’in eğitim anlayışı şimdiki düşmanını yarattı. Bunların eğitim
anlayışı da neyi dayatıyorsa, ahali ondan nefret edecektir. Bu şaşmaz.
***
Haaa! Osmanlıcaya bu kadar meraklıysan işe ‘Osmanlı Arşivi’ni
korumaktan başlayacaktın. Babıâli’deki tarihi arşiv binasının yenisini Kağıthane’ye,
o sel yatağına yapmayacaktın.
Mimarlar, mühendisler “Yapma, etme” diye yalvardı, uyardı. Şaha kalkmış “kibir” kimseyi dinlemedi. Yeni binaya
taşınan ve iki sel gören arşiv çürümeye başladı. Derdi de Eğitim Şurası’nda
zırvalayanlara değil “Neredesiniz geziciler?” diye laf sokulanlara düştü.
Ayet kibir sahiplerine “Nûn. Ve’l-kalemi vema yesturûn…”
yani “yazıya ve yazanlara saygı duyun” diyor. Anlayana!
------------------------------------------------------------------------------------
Bir diğer cevap da içeriğin diğer bir yönüne ilişkin: “Bütün
bir halkı yakın tarihe ilişkin hiçbir şeyi okuyamaz hale getirenlerin (yani
soykırımcı kadroların) yediği halt, düpedüz insanlık suçudur” önermesine karşı,
o “haltın” hangi koşullarda yendiğini ve o dönemde devletin ve Osmanlıca’nın
Batı karşısındaki durumunu anlatması bakımından okumaya şayandır.
Yılmaz Özdil yazıyor:
Al sana Osmanlı!
1923’te…
*
Nüfus 13 milyon civarıydı,
11 milyon kişi köyde yaşıyordu. 40 bin köy vardı, 38 bininde okul yoktu. Traktör
sıfırdı, karasaban’dı. Beş bin köyde sığır vebası vardı. Hayvanlar kırılıyor,
insanlar kırılıyordu. İki milyon kişi sıtma, bir milyon kişi frengiydi, verem,
tifüs, tifo salgını vardı, üç milyon kişi trahomluydu, bebek ölüm oranı binde
480’di, her doğan iki bebekten biri ölüyordu. Memlekette sadece 337 doktor vardı.
Sadece 60 eczacı vardı, sadece 8’i Türk’tü. Diş hekimi, sıfırdı. Dört hemşire
vardı. 40 bin köy, sadece 136 ebe vardı. Ortalama ömür 40’tı.
*
Yanmış bina sayısı 115 bin,
hasarlı bina sayısı 12 bindi. Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu, kiremit
bile ithaldi. Limanlar, madenler, demiryolları yabancıya aitti. Toplam
sermayenin sadece yüzde 15’i Türk’tü. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan
sadece dört fabrika vardı, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri…
Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı. Otomobil sayısı bin 490’dı.
Sadece dört şehirde özel otomobil vardı.
*
Kadın, insan değildi.
*
(Veremle
boğuşan halk, ahırda yatarken… Bademlerin yere göğe sığdıramadığı Abdülhamid’in
16 tane eşi vardı. Nazikeda, Safinaz, Dilpesent, Peyveste, Nazlıyar, Bidar,
Mezide, Emsalinur hanım filan, 16 tane… Yaş itibariyle, tamamı çocuktu. Tayyip
Erdoğan’ın dedemiz dediği Abdülmecid’in 22 eşi vardı. Ahali ineğine verecek
saman bulamazken, herif sarayında iki futbol takımı kadar kadınla yatıyordu.)
*
Tiyatro yok, müzik yok,
resim yok, heykel yok, spor yoktu. Arkeolojik eserler, öyle gizli saklı değil,
padişahların hediyesi olarak, trenlerle çalınmıştı.
*
Kimisi alaturka saat’i
kullanıyor, güneşin battığı anı 12.00 kabul ediyordu, kimisi zevali saat’i
kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul ediyordu. Kimisi güneş
batarken grubi saat’i esas alıyordu, kimisi güneşin tamamen battığı ezani saat’i
esas alıyordu. “Saat kaç birader?” diye sorduğunda, her kafadan bi ses çıkıyordu.
*
Kimisi hicri takvim kullanıyordu,
kimisi rumi takvim kullanıyordu. Kimisinin şubat’ı kimisinin aralık’ına denk
geliyordu. Herkes aynı zaman dilimindeydi ama, farklı aylarda yaşıyordu!
*
Dirhem, okka, çeki vardı. Arşın,
kulaç, fersah vardı. Ne ağırlığımız dünyaya ayak uydurabiliyordu, ne uzunluğumuz…
Ölçülerimiz ortaçağ’dı.
*
Erkeklerin sadece yüzde
yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyordu. Okur-yazar
erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her dört çocuktan
üçü okula gitmiyordu. Toplam, 4894 ilkokul, sadece 72 ortaokul, sadece 23 lise
vardı. Türkiye’nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Öğretmenlerin
üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu. Tek üniversite vardı, darülfünun,
medreseden halliceydi. Ülke bilim’den çoook uzaktı.
*
600 sene boyunca Türkçe’nin ırzına
geçilmiş, Osmanlıca denilmişti. Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler,
Levanten terimler dilimizi istila etmişti. Karşılıklı sesli-sessiz harfleri
olmayan Arapça’yla Türkçe yazmaya çalışıyorlardı.
*
“Harf
devrimi yapıldı, bir gecede cahilleştirildik, köpekleştirildik” falan deniyor ya… İbrahim Müteferrika’dan itibaren 150 sene
boyunca basılan kitap sayısı kaçtı biliyor musunuz? Sadece 417’ydi. Bunların da
çoğu gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı. Ki zaten, Müteteferrika da devşirmeydi,
Macar’dı.
*
Bu topraklara kitap gelene
kadar, Avrupa’da 2.5 milyon farklı kitap basılmış, beş milyar adet satılmıştı.
Voltaire, bir kitabında şu ağır tespiti yapmıştı: “İstanbul’da bir yılda yazılanlar, Paris’te bir günde yazılanlardan azdır!”
*
Ve neymiş efendim, mezar taşı okuyacakmış…
Sen önce
iki tane kitap oku da, dünyadan haberin olsun biraz!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder