22 Aralık 2014 Pazartesi

Aslında bu başlık tek bir yazı için konmuştu. Fakat güncel bir gelişme öne geçince, bu iki numaralı yazının da başlığa uygun olduğunu düşündüm. Güncel olana (2) numarayı, daha genel olana da (1) numarayı (altta) verdim. Malum, bloglarda önce yazılan altta, son yazılan en üstte oluyor. (2). yazıda bir iki Osmanlıca kelime kullandım, alıştırma babında yani.

  

İsa’nın Yanağı. Bize Uyar mı? Uymaaz! (2)


14 Aralık operasyonunun hemen ardından önde gelen gazetelerin neredeyse tümünde tam sayfalık bir ilan yayınlandı.

İlanı önce bir gazetede değil, bir TV programında gördüm ve çok sevindim. Hemen internete daldım ve önce ilanın metnini ardından da metnin altındaki imzaları bir solukta okudum. Yalan, yalan. Bir solukta okuyamadım, çünkü imzaların bazılarını (daha doğrusu çoğunu) görünce soluğum kesildi.

Tam da şu “yetmez, ama evet” işine biraz ara vereyim diyorum. Bunlar bir yerlerden fışkırıyorlar. Tanrım, onlar neşv-ü nema peşindeler (Osm. yeniden doğma). Olanaksız gibi gözüken bir su bulma çabası içindeler (Gremlinler’den mülhem). Bitmemişler, olmaları gereken yerden bir çıkış yakalamaya çalışıyorlar, hem de bir imza metninde organize olarak.

İlandaki isimlerin büyük bir kısmı şu ya da bu ölçüde cemaatle birlikte anılan isimler. İkinci büyük grubu ise “Yetmez, ama evet”çiler oluşturuyor. Cemaatçileri anlarım, şu anda canhıraş bir varolma mücadelesi sürdürüyorlar. Bu resmen bir ölüm kalım savaşı. Benim bu mücadelede bir taraftan yana olmam sözkonusu değil. “Oh, oh, yesinler birbirlerini” demiyorum, ama bu kavga onların kardeşler arası ya da aynı yatağı paylaşmış olan eşler arası bir kavga. Buna karışmak bize düşmez.

Peki ama YAE’ciler? Onlara ne oluyor? Onlar için bir varolma mücadelesi söz konusu değil ki. Onlar zaten yok hükmündeler. Yok olmaları gerekiyordu, oldular. Tarih, kendisi için çok kısa sayılabilecek bir süre içinde onlara yok olma görevini uygun gördü (Bak. Liberal İhanet, Merdan Yanardağ, Kırmızıkedi Yayınları, 2014).

Metne imza atanlardan bazılarını tanımıyorum. Dolayısıyla bu gruplardan birine dahil olup olmadıklarını ya da bunların dışında kalıp kalmadıklarını bilemiyorum. Birine, öbürüne ya da her ikisine dahil olanlar umurumda değil. Onların kendi dertleri kendilerine yeter. Beni ilgilendirenler, her iki grubun dışında kalıp, tanıdığım, aşina olduğum, yazılarını ve genel tavırlarını beğeniyor olduklarım.

Bunların da hepsini yazmayacağım. Aralarından bazılarını seçtim, haklarında fikirlerimi belirtmek için. Kimden başlamalı? İlandaki sıraya göre gidelim bari:

Hayko Bağdat: “Yetmez, ama evet” sloganının mucidi olduğunu iddia etmesine rağmen, dürüstçe sayılabilecek bir özeleştiri yapmıştı. Ama demek ki virüs tümüyle çıkmamış bünyesinden.

Dengir Mir Mehmet Fırat: AKP ve RTE’ye yönelik çok güzel eleştiriler yapıyor. Sanırım burada “AKP’ye karşı olma” oltasına geldi. Aslında kalibre olarak ilana imza koyanların çoğuyla yarışabileceği rahatça söylenebilir.

Kadri Gürsel: Bu isimde ağır yaralandım işte. Ona bir ayrıcalık tanıyorum ve yazımın ilerki bölümünde özel yer ayırıyorum.

Nuray Mert: Uzun bir zamandır yazılarının çoğuna imzamı (ya da parafımı) koyabileceğim bir kişi. Ne de olsa aforoza uğramayı göze alarak otoriterleşme konusunu ilk açan oydu. Nitekim göze aldığı aforoza da uğradı. Belki bu ilanda o da muhalif olunmasının gazına geldi. Ama bu sefer imzasının yanına benden ne imza ne de paraf var.

Şimdi Kadri Gürsel’in 21.12.2014 tarihli Milliyet Gazetesi’nde ilanı eleştirenlere yönelik köşe yazısının son iki paragrafını görelim. Ciddiye alınıp eleştirilmesi gereken görüşler. Ama sanki yazarken o da biraz zorlanmış gibi:

“Beş: Bazı meslektaşlarımız, geçmişte kendilerini “terörist” ve “darbeci” diye suçlayıp hapse atan iktidar koalisyonuna karşı çiğnenen hukuklarını basın özgürlüğü için savunanları, bugün
14 Aralık’ı aynı nedenle protesto ediyorlar diye “ahmaklıkla” suçlayacak nispette siyasi kavrayış, izan ve muhakeme yetisinden yoksun durumdadırlar.


Altı: Yarın devran değişir ve bugünkü iktidar gazetecileri benzer suçlamalarla benzer akıbete maruz kalırsa, onların hukuklarını gelecekte savunmayacak olanlar bu davranışlarının nedenlerini açıklamakla yükümlüdür. Tıpkı bugün Cemaat gazetecilerinin hukukunu savunmak için basın özgürlüğünü yeni hatırlayanların durumunda olduğu gibi. Onlar geçmişte yapılan zulmü sessizce geçiştirmek bir yana, desteklemişlerdi.”

Kadri Gürsel, 5 no.lu paragrafta “ahmaklıkla” suçlanmış olmaktan dolayı sinirlenmiş (suçlayanı bilmiyorum) ve o kişiyi (veya potansiyel kişileri, bunlara ben de dahilim) “siyasi kavrayış, izan ve muhakeme yetisinden yoksun” olmakla damgalamış. Buna da ben sinirlendim. Genel eleştirim aşağıda.

6 no.lu paragrafta ise istikbale yönelik muhtemel bir yükümlülük atfediyor. O arada ilana beraber imza koyduğu bazı imzacılara da “yeni hatırlayanlar” diyerek üstü kapalı çakıyor. What fayda?

Gelelim eleştirilerime. Ben de Kadri Gürsel gibi numaralama yöntemi kullanmak istedim.

Bir: Bir atasözü: “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim”. Arkadaş olmasan da hangi yolu hangi kişilerle birlikte yürüyebileceğini iyi belirle. Oyuna gelme, sonradan pişman olabileceğin, haklı gerekçelerle suçlanabileceğin şeyleri körlemesine yapma.

Bir de vecize: “Cehenneme giden yol iyiniyet taşlarıyla döşelidir”. “Arkadaş, ben içeriğe bakarım. Bana doğru geliyorsa imzayı çakarım, başka kimin imzalamış (ya da imzalayacak) olduğuna bakmam” dersin, ileride biri çıkar “bu içeriği hiç mi okumadın, buna imza konur mu?” diye sorar. Ya da “yahu, kardeşim. Kimlerle birlikte imza koymuşsun bu metne” der. Ya da birileri (hadi biraz da komplo) “zaten o da bizden, koskoca imzasına bak” derler.

İki: Diyebilirsin ki “ben gerçekten sadece içeriğe bakarım, gerisi beni ilgilendirmez”. Tamam, buyrun içeriğe bakalım. Aritmetik bir ölçü kullanalım. Toplam on iki satırlık (rakamla 12) bildirinin dokuz (rakamla 9) satırı 14 Aralık’ta gözaltına alınanlarla, yani cemaat basını ve televizyonu ile ilgili.

AKP iktidarının cemaatle koalisyonu döneminde, dandik sebepler, hile ve desiseyle gözaltına alınan, tutuklanan, yılları aşan sürelerle hapis yatan başka gazeteciler yok muydu? AKP’li, Cemaatçi ya da YAE’ci olmadığını bildiğimiz bir kişinin, örneğin Kadri Gürsel'in, Nedim Şener, Ahmet Şık, Soner Yalçın, Doğan Yurdakul, Müyesser Yıldız ve daha bir dolu gazeteci kurbandan bahsedilmeyen bir metne imza atmasının nedeni, hadi peki “ahmaklık” demeyelim de, nedir?

Savunma olarak şu Kadri Gürsel söyleyebilir: “Ben gerek gazetedeki köşemde, gerekse katıldığım TV programlarında bu arkadaşlarımı savundum. Hapis yatmalarına karşı çıktım. Tavrım zaten biliniyor”. Olmaaaaz, bu ilanı okuyanların hepsi, senin o yazılarını ve tavrını bilmeyebilir. İleride bu ilanla hatırlanabilirsin.

Üç: Gelelim kişilere. Metne imza koyanlardan kaç tanesi, yukarıda isim olarak saydığım gazetecilerin ve arkadaşlarının içeri atılmasını, bırakın ortak bir protesto metnine imza koymayı, ne kendi köşelerinde ne de verdikleri ropörtajlarda ve beyanatlarda kınadılar. Aksine desteklediler. Şimdi bu insanlarla aynı metne (içerik eleştirisi yukarıda) imza koymak, çok ihtiyaç duydukları meşruiyetin ve aklanmanın değirmenine su taşımak olmuyor mu? (Yazar burada cemaatçileri değil, YAE’cileri konu ediyor.)

Kardeşim, bırakın yalnız kalsınlar. İyod gibi açığa çıkmış durumdalar. Neden yeni birtakım bileşiklerin içinde saklanmalarına yardım edelim ya da göz yumalım? (Burada yazının başlığına bir  kez daha dikkat çekmek isterim).

İşin daha vahim olan yanı şu: Bu metne imza koyan bazı kişiler, Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi davalarda gazeteci kisvesi altında tetikçilik yaptılar. Atılan manşetler, bavullar, yapılan sahte haberler, iftiralar, hepsi ortaya çıktı. Özellikle kuruluşu devletin olanaklarıyla gerçekleşmiş olduğu da ortaya çıkan Taraf gazetesinde çalışmış olanlar, gazetecilik ilkelerini hiç gözönünde bulundurmaksızın, çamurla buladıkları mermileri suçsuz insanlara büyük bir keyifle sıkan tetikçilerdi.

Cemaat gazeteleriyle paslaşarak sürdürmüş oldukları bu tetikçilik faaliyeti, yalnızca masum kurbanlara değil, bu ülkenin geleceğine de çok büyük onarılması çok zor zararlar verdi.

Dört: Büyük merak konumu en sona bıraktım. Okuduysanız biliyorsunuzdur, okumadıysanız da bir an evvel alıp okuyun. Sevgili Merdan Yanardağ’ın Liberal İhanet kitabında sergilediği isimlerin en önemlileri neden bu ilanda imzacı olarak yer almıyor?

N’oluyor? Neredeler? Onlara imza için gidilmedi mi? Acaba neden? Yoksa gidildi de onlar imza koymayı mı reddettiler? Peki, eğer böyleyse de acaba neden? 

Merak beni öldürecek bu konuda. Yoksa artık dergilerinde, gazete köşelerinde, internet sitelerinde, bloglarında yazmayacaklar mı? İlana imza koyan eski yoldaşlarını neden yalnız bıraktılar? Yoksa varolma savaşı vermekte olan cemaatçiler bile “bunların fazlası fazla, zaten çoğunun ipliği de pazara çıktı” deyip bunlardan imza istemediler mi?

Amaaaan, bir yerde bize ne? Benimki de gereksiz merak canım. Yüce Tanrım, onlara bulundukları yerde huzur ve mutluluk versin.






İsa’nın Yanağı. Bize Uyar mı? Uymaaz! (1)


Daha doğrusu uymamalı.

Kısa bir dinsel girişten sonra yerleşik bir tavır ve bu tavrın olası nedenleri ile buna karşı alınması gereken tavır üzerine düşüncelerimi ifade etmeye çalışacağım. Daha sonra da gelmekte olan büyük tehlikeyi irdelemeye, bu mesele üzerinde neden bu kadar durduğumu açıklamaya gayret edeceğim.

Çoğu kişi tarafından kindar ve gaddar olarak tanımlanabilmesine rağmen (ne de olsa oğlunun çarmıha gerilmesine engel olmadı, ayrıca bazıları kendi adına yapılmış ve yapılmakta olan anlamsız savaşlarda milyonlarca masumun ölümlerine seyirci kaldı ve bugün de kalmakta), yine de tüm evrende sahip olunabilecek en büyük torpile sahipti İsa Peygamber. Yani Tanrı’ya.

Dinsel kaynaklara ilişkin bir görüşe göre her işe karıştığı, diğer bir görüşe göre de sadece seyretmekle yetindiği iddia edilmesine karşın, yine dinsel kaynaklarda ileri sürüldüğüne göre bir kızıp da karışırsa, öfkesinin nereye kadar uzanabileceği de belli olmazdı.

Nuh Peygamber döneminde birer çift haricinde tüm canlıları yokettiği tufan, Musa Peygamber döneminde Firavunun ve Mısır halkının çektikleri buna örnektir.

Bu nedenle, arkasında böylesi bir güç bulunduğuna inanan İsa Peygamber’in “bir yanağınıza tokat atana, diğer yanağınızı da uzatınız” demiş olması, anlayışla karşılanabilir.

Her ne kadar İsa Peygamber son anlarında kendini terkedilmiş ve hatta ihanete uğramış hissederek “neden beni yalnız bıraktın, baba?” diye serzenişte bulunmuş olsa da, son anına kadar yanak tavrından vazgeçmemiştir.

Son dönemde çevremdeki, internetteki YAE’ci olmayan arkadaşlarımdan “bu meseleyi artık geride bırakmak (ya da “unutmak”) lazım”, “uzatmak gereksiz”, “ne de olsa onlar bizim eski yoldaşlarımız”, “önümüzdeki zor ve zevkli mücadele günlerinde omuz omuza olmak zorundayız” vb. gibi (bana İsa Peygamber’i hatırlatan) ifadelere rastlıyorum.

Tek tük de olsa hala konuşabildiğimiz YAE’cilerden de “yahu, amma uzattınız bu işi”, “her şeye biz mi neden olduk, kardeşim?”, “ulan, alt tarafı bir oy verdik, ne bu çektiğimiz?” gibi yakınmalarla karşılaşabiliyorum. Tabii bu konuyu büyük bir sessizlikle, her şey son derece normalmiş gibi geçiştirmeye çalışan teflon kaplı YAE’ciler de var.

Her iki tavır da beni çok rahatsız ediyor.

Sevgili arkadaşlarım,

Ne bizler birer İsa Peygamberiz, ne de arkamızda onunki gibi gücü sınırsız güçte olduğu varsayılan bir torpilimiz var. Bir tokat, hem de haklılığı son derece şaibeli, hatta kirli bir tokat bir yemişsek, ki YAE tam anlamıyla budur, bu arkadaşlara öbür yanağımızı da uzatmak gibi bir lükse asla kapılamayız. Önceliğimiz, bu tokatla hesaplaşmak olmalıdır, tabii ileride bu arkadaşlarla beraber bir şeyler yapmayı düşünüyorsak.

Eh, bu görev de bize düşmez aslında. Biz sadece talepte bulunabiliriz. Bu adım, beraber bir şeyler yapmak isteyebilecek olan YAE’cilere düşer. Hiç bir şey  olmamış gibi davranmayı bırakmalı, dört başı mamur bir özür dilemeli, dört başı mamur bir özeleştiri vermelidirler.

Tam da burada, geçen haftalarda kamuoyunda tartışılan bir konuyu, kötü bir örnek oluşturmaması dileğiyle, araya sokmak istiyorum. Başb.Yard. Bülent Arınç, Çerkez Ethem’in itibarının iade edilmesi doğrultusunda bir beyanda bulundu. Suçsuzluğunu ileri sürenler de olmasına rağmen, tarihi belgeler ışığında Çerkez Ethem’in ihaneti tartışma götürmez biçimde belgelerle kanıtlanmış bir olgudur. Bunun konumuzla bağlantısı, yaptığı bir hata neticesinde özür dilemeyi ya da özeleştiri vermeyi kendine yediremeyenlerin, sonunda ihaneti bile göze alacaklarını gösteren acı bir örnek olmasıdır.

Bir uyarı olmak üzere, Ethem’e ilişkin tarihi bir olayı da buraya ekleyeyim: İnönü döneminde 150’liklerin affedilmesiyle Türkiye’ye dönme hakkına kavuşan ve o dönemde Ürdün’de sürgün hayatı yaşayan Çerkez Ethem’in kendisine bu yönde yapılan teklife cevabı çok acıdır: “Ne yüzle dönebilirim ki?”. Neden böyle bir şey yazdım ki ben şimdi buraya?

Nitekim eski solcu ve YAE’ci bazı kesimlerden, kendilerini tüm soldan ayıracak ve dolayısıyla soyutlayacak bazı ifadeler de duyulmaya başlandı. Hatta böylesi bir muhtemel tavra altyapı oluşturmak üzere, eleştiri örneklerini Türk Solu adlı, tüm solu asla temsil edemeyecek ve hatta sol bile sayılamayacak bir garabetle sınırlamaya, solu eleştirmek ya da mahkum etmek için kullanacakları örnekleri oradan almaya dikkat etmeye de başladılar.

Türkiye solunun tarihinde yerleşmiş bir özeleştiri geleneği yoktur. Hatta tutarlı tek bir özeleştiri örneğine rastlanmadığı bile söylenebilir. Bana göre bunun başta gelen nedeni, tipik bir şark kurnazlığı olarak tanımlanabilecek (tersten söyleyelim)  “bugün sana, yarın (Allah korusun) bana” korkusudur.

Taraflardan birinin yapmış olduğu bir hata nedeniyle özeleştiri vermesi, karşı tarafı da muhtemel hatalarında (mazallah) özeleştiri vermek zorunda bırakabilecektir. Her iki tarafı da tehdit eden bu tehlike, hataların görmezden gelinmesine, üzerine gidilmemesine dolayısıyla da hiç ders çıkarılmamasına yol açmaktadır.

Ayrıca bu topraklarda yaşayanların ortak bir genetik özelliği olan adam sendecilik de bu özeleştirisizliğe katkıda bulunmaktadır. Yapılan hatanın üzerinden belirli bir sürenin geçmesi, tarafları unutmaya, giderek önemsememeye, boşvermeye yöneltmektedir. Bu da alınabilecek derslerin alınamamasına, böylece de hataların ağırlaşarak yinelenebilmesine neden olmaktadır.

Türkiye solunun bugüne kadar yapmış olduğu (ve bazılarını kanıyla canıyla ödediği) devasa hataların sonuncusu olmasını dilediğimiz YAE’nin, bu özeleştirisizlik geleneğini sona erdirecek bir milat olması çok önemlidir. Sola şu veya bu düzeyde ilgi duymuş, dahil olmuş, gönül ve emek vermiş bir dolu insan bile YAE tavrı nedeniyle yönünü şaşırmış, güvenini kaybetmiş ve belki de küsmüş ve safları terketmiştir.

Yıllardan beri karşılaşılan her düzeydeki zor rejimine faşizm yaftası takmaya alışmış olan sol hareket şunu bilmelidir ki, hayal bile edemeyecekleri çapta gerçek bir faşizm pek de uzak olmayan bir ufukta görünmekte ve bütün hızıyla üzerimize gelmektedir.

Mevcut iktidar, bir zamanlar çok basit bulduğumuz meşhur faşizm tanımını (faşizm, burjuvazinin en kanlı, en gerici diktatörlüğüdür) ciddiye almış, bunu hayata geçirmek amacıyla ülkede varolan burjuvaziyi kendine uygun görmemiş, onu ezip korkutmuş ve onun yerine güvenebileceği yeni bir burjuvazi yaratmayı tercih etmiştir. İşte gelmekte olduğunu iddia ettiğimiz faşizm, bu yeni burjuvazinin en kanlı, en gerici diktatörlüğü olacaktır.

İşin çok acıklı tarafı ise şudur: Daha önce faşizmi şu ya da bu düzeyde yaşamış ülkelerde burjuvazi, ağırlıklı olarak toplumun eğitimli, kültürlü, bazen entelektüel, kısmen sanatsever, aristokrat kökenli vb. kesimlerinden oluşmaktaydı. Hitler bile ömrü boyunca mimariye ilgi duymuş, tablolar  yapmış, iki kitap yazmış, bütün nutuklarını kendisi hazırlamış ve prompter yerine en fazla iri harfli özel bir daktiloda yazılmış notlarını kullanarak irticalen nutuk söylemiş bir kişiydi.

Bu ülkede gelmekte olduğunu ileri sürdüğümüz faşizmin liderleri, muhtemel kadroları ve destekleyicisi olarak değerlendirdiğimiz yeni burjuvazi, sayısız veciz örneklerini her gün duyduğumuz söz ve görüşlerin sahipleri. Yani eğer başarırlarsa, bu toplum çok daha ilkel, çok daha vahşi, çok daha canavarca bir baskı rejimiyle karşılaşacak demektir.

İşte bu koşullarda karşı karşıya olduğumuz en önemli görevlerden biri, hatta birincisi, örgütlenmedir. Ne çapta, ne düzeyde olursa olsun örgütlenme. Bu örgütlenmelerde yer alacak insanların ise, tüm katılanlarla birlikte sağlıklı ve güçlü biçimde ilerleyebilmek için, geçmiş hatalarından olabildiğince arınmış, onlarla hesaplaşmış ve bunu da (maalesef) deklare etmiş olmaları zorunludur.


Şunu bugünden belirtmeliyim ki, ben ve benim gibi düşünen kişilerin, bulundukları ortamlarda bu eleştiri ve özeleştiri geleneğini yerleştirmek için ödünsüz bir çaba göstermesi, başarıya ulaşabilmenin ve bu faşist saldırıyı yenmenin asgari koşullarından biridir. Aksi takdirde başımıza gelecek olan ise, görmezden gelinecek ya da hesabı hiç bir zaman verilmeyecek hatalar nedeniyle, yeni ve her zamankinden büyük bir yenilgi olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder