Mafya, racon, usûl, dijital mecralar ve yine, hem de bizim mafya
Bloğumun ilk yazısında, bu blogda
anılarıma da yer vereceğimi belirtmiştim, ama o kadar çok siyaset ve polemik
yazısı yazdım ki, adeta anılara yer kalmamış oldu.
Yeni bir yöntem düşündüm. Siyaset,
polemik vb. yazılarımı uygun anılarımı da katarak yazabilirim, böylece belki
renklendirebilirim de. Ne de olsa yaşamış olduğum hayat ve tanıdığım insanlar
pek renksiz sayılamaz. Dolayısıyla malzeme bulmakta zorlanacağımı sanmıyorum.
İlk denememi mafya katkılı bir yazıyla
yapmak istiyorum. Fantezi zannetmeyin, gerçek (yerli) mafyadan bahsedeceğim.
Zaten anıların yer aldığı tüm yazılarda bunlar ya bizzat benim yer aldığım ya
da birinci ağızdan dinlediğim olaylara ilişkin olacak.
Racon konusu
Boğaz’da Yeniköy sahilinde Avusturya
Konsolosluğu binasının çapraz karşısında kırmızı beyaz boyasıyla dikkat çeken
bir yalı vardır. Günümüzde Irak Cumhuriyeti konsolosluk binası olarak
kullanılan bu yalı, uzun yıllar boyunca önemli bir şahsiyete ikametgah olarak
hizmet vermişti.
TV’de hala devam eden “Kurtlar
Vadisi” adlı dizinin ilk sezonlarının önemli rollerinden biri, “Laz Ziya” adlı
karaktere ayrılmıştı. İşte o role ilham verdiği iddia edilen gerçek kişi de, o
yalının eski sahibi olan armatör Ziya Kalkavan idi.
Rivayet odur ki, o dönemde oldukça
etkili olan eski tip mafya babalarının (onlar daha ziyade kabadayı geleneğinden
gelmekteydiler) önde gelenlerinden biri, belki de birincisiydi.
İstanbul’un kok kömürü ihtiyacı
Zonguldak’tan gemilerle taşınırdı. Bu taşıma ihalesinde tekel durumunda olan armatör
Şevket Manioğlu, Tonyalı (!) zihinsel özürlü bir genç tarafından Harbiye’de kırmızı
ışıkta duran Cadillac arabasında vurularak öldürüldü.
En büyük rakibi olduğundan birinci şüpheli olarak görülen Ziya Kalkavan, Emniyet’te bir günden az bir süreyle misafir edilmiş, cinayetle bir bağı tesbit edilemediğinden serbest bırakılmıştı. İşin ilginç yanı, Tonyalı delikanlının suç ortağı ve cinayetin azmettiricisi olarak aranan Osman Kotan adlı şahsın, bir iki gün sonra bir silahlı saldırı sonucunda ölmesiydi. Nedense herkesin aklına, henüz taze olan (1963) Kennedy cinayeti ve o işin zanlısının da mahkemeye bile çıkarılamadan öldürülmesi gelivermişti.
“Tonyalı” kelimesini yukarıda bir ünlemle işaretlememin bir nedeni var, o da başka bir yazının ve anının konusu.
En büyük rakibi olduğundan birinci şüpheli olarak görülen Ziya Kalkavan, Emniyet’te bir günden az bir süreyle misafir edilmiş, cinayetle bir bağı tesbit edilemediğinden serbest bırakılmıştı. İşin ilginç yanı, Tonyalı delikanlının suç ortağı ve cinayetin azmettiricisi olarak aranan Osman Kotan adlı şahsın, bir iki gün sonra bir silahlı saldırı sonucunda ölmesiydi. Nedense herkesin aklına, henüz taze olan (1963) Kennedy cinayeti ve o işin zanlısının da mahkemeye bile çıkarılamadan öldürülmesi gelivermişti.
“Tonyalı” kelimesini yukarıda bir ünlemle işaretlememin bir nedeni var, o da başka bir yazının ve anının konusu.
Peki, Bayman’ın Kalkavan’la ilişkisi ne?
Peki, belki sizin de kafanızı
kurcalayan soruya gelelim. Ziya Kalkavan’ın, Ziya Bayman’ın anılarında (Ziya
parantezi hariç) ne işi var? Var efendim var, şimdi anlatacağım bir bağlantı var.
1965-1980 yılları arasında (11-26
yaş) on beş yıl Ortaköy’de bir evde oturdum. Bugün bloğumu takip ettiklerini
tahmin ettiğim çok kişi o evden geçmiştir.
O evdeki komşumuz Kalkavan
sülalesinden bir aileydi. Üç çocuklu ailenin babası, Ziya Kalkavan’ın ikinci
dereceden kuzeniydi. Çocuklarının en büyüğü, ailenin tek erkek çocuğu, okumayı
prensip olarak reddetmiş, kendini futbol oynamaya vermiş, haylaz bir
delikanlıydı. Yaşça benden büyüktü.
Kolayca tahmin edilebileceği gibi, belli bir yaşa gelip, babası harçlığını kesip, sakatlıklar da yakasını bırakmayınca, futbolu ve evini bırakıp, babasının karşı çıkmasına rağmen, Ziya Amcası’nın yanında çalışmaya (!) başlamıştı.
Kolayca tahmin edilebileceği gibi, belli bir yaşa gelip, babası harçlığını kesip, sakatlıklar da yakasını bırakmayınca, futbolu ve evini bırakıp, babasının karşı çıkmasına rağmen, Ziya Amcası’nın yanında çalışmaya (!) başlamıştı.
Babası genellikle Kalkavan
gemilerinde çarkçıbaşı olarak çalıştığından pek evde olmazdı. Seyrek izin
günlerinden birinde evlerine bir telefon geldi. Oğlu bir bar kavgasına
karışmış, bir kişiyi yaralamış, içeri alınmıştı. Baba, soluğu Emniyet’ten önce
amcasının torunu Ziya Kalkavan’ın yanında aldı. Ondan bir ricası vardı: “Oğlu
ilk kez böylesi bir suçtan içeri giriyordu. Belli bir süre içeride kalırsa, bir
ihtimal aklı başına gelebilir ve seçmiş olduğu bu yaşantıdan vaz geçebilirdi. Acaba,
olamaz mıydı?” Kuzen Ziya’nın cevabı son derece netti: “Doğri söyliysun
emceogli, belçi akillanir, ama neediyum çi, adamin soyadi Kalkavan. İçeruye
kalmasi racona uymaz.”
Bu uzun anekdotu sondaki “racon”
kelimesine gelebilmek için yazdım. Şimdi bu “racon” kelimesini bir kenarda
muhafaza edelim. Sırada en az onun kadar, hatta daha önemli “usûl” kelimesi
var.
Belirtmeden geçmeyeyim. Mafya
yazısının enteresan sonunu, bu yazının sonuna bıraktım. “Racon” ve “usûl”
konusunda yazdıklarımı okuyanlar için hoş bir ödül olabilir. Şşşşşt, hemen
orayı okumayın. Sırayla! (Ha buraya ne diyruk: Racon, usûl; akillu olun da!).
“Usûl esasa mukaddemdir”
Eski yazılarımı okumuş olanlar, bu
ifadeyi hatırlayacaklardır: “Usûl esastan önce gelir”. Usûl ve racon aslında
yakın kelimelerdir. Racondan farklı olarak usulde yazılı kurallar da söz
konusudur. Şimdi usûl kavramını da bir kenara koyalım.
Üzerinde durmak istediğim konu
yazılı dijital mecralar (yani Facebook, Twitter, WhatsApp vb.).
Bu dijital mecralarda, eskimiş ya da
asılsız haberlerin tekrar tekrar gönderilmesi, olumsuz bir özellik olarak
atfedilebiliyor. Ama bu tür hatalar kısa sürede düzeltilebiliyor, mesela Mahmut
Hoca (Münir Özkul) son birkaç yılda yüzlerce defa öldü ve dirildi.
Diğer yandan bu mecralar kendilerini
başta Gezi olmak üzere öyle önemli yerlerde kanıtladılar ki, olumsuz
özellikleri rahatça görmezden gelinebiliyor.
Ben bu mecraların farklı bir zararlı
yönünden bahsetmek istiyorum: Hatalı algılanma, yanlış anlaşılma. Karşıdaki
insanın kendisini, konuşma tarzını, espri anlayışını tanımayan bir kişinin,
hatalı bir algılamanın kurbanı olması çok kolay. Sayıları sürekli artan, yeni
çeşitleri oluşturulan yüz ifadeleri (emoji) de bu konuda yeterince yardımcı
olamıyorlar.
Bir hayali örnek verelim:
Örnekte üç kişi var. Ahmet, Mehmet
ve Ali. Ahmet ve Mehmet çok eski ve iyi arkadaşlar. Ali ise Ahmet’in başka bir
ortamdan arkadaşı, ama Mehmet’le tanışmıyor. Ahmet, Mehmet’in kendi bloğunda
yazmış olduğu bir yazıyı çok beğeniyor ve Facebook’taki postunda paylaşıyor.
Ali, bu övgüden hareketle Mehmet’in yazısını okuyor ve yazıyı Ahmet’in
postunda, biraz da kaba kelimeler kullanarak eleştiriyor. Mehmet, Ahmet’in
postunda Ali’nin bu eleştirisini görüyor ve çok şaşırıyor. Bu arada tabii Ahmet
de şaşırmış durumda.
Aslında eleştiri konusu olarak
kullanılmış olan kavramlar çok ağır olmayabiliyor, mesela “saygısız” ve
“densiz”. Ama Mehmet de Ahmet de çok üzülüyorlar. Mehmet, bloğuna yazdığı yazıları
“yayınla” komutu vermeden önce defalarca okuyan ve ifadelerinde dikkatli olmaya
çalışan biri. Ahmet, onun bu hassasiyetini biliyor, ayrıca yazıyı paylaşırken o
da dikkat etmiş. Yazıda “densizlik” olarak algılanabilecek bir ifade yok. İki
arkadaşının arasında kalmış oluyor. Ayrıca, uzun yıllardır tanıdığı için,
Mehmet’in aslında isterse son derece “saygısızca” ya da “densizce” yazılar
yazabileceğini de biliyor.
Mehmet, bu üslup konusunda kendine
Edmond Rostand’ın Cyrano de Bergerac (Sabri Esat Siyavuşgil çevirisi) adlı
eserinden meşhur “burun tiradı”nı örnek alıyor, yani eğer “densizlik” yapmak
gerekirse, bunu da incelikle yapmayı tercih ediyor. (Bir bölümü
tr.wikipedia.org’da veya Ekşi Sözlük’te bulunabilir.)
Mehmet’in ağırına giden konu şu: Hiç
tanımadığı ve onu hiç tanımayan birinin, büyük hassasiyet gösterdiği ve
defalarca okumadan yayınlamadığı bir yazıyı, bir kere okuyarak, sadece ana
fikrine karşı olduğu için kolayca “saygısız” ve “densiz” olarak
niteleyebilmesi. Hem de bunu yazının sahibinin bloğunda ya da postunda değil,
üçüncü bir kişinin (Ahmet’in) postunda tüm okurlara açık olarak yapması, onu da
üzmesi.
Bu türden yazışmalarda çok dikkatli
olunması zorunlu. İnsanlar arasında iyi ilişkiler kurmaya yardımcı olacağı
düşünülen bu tür mecralar, bu amacın tam tersine de hizmet edebilir. Bunu
tercih etmemek lazım.
Nasıl yapılabilirdi?
Bu verdiğim örnekte belki şunlar
yapılabilirdi: Ali, Ahmet’e özelden yazarak eleştirilerini bildirebilirdi. Doğrudan
Ahmet’in postuna yazarak, Mehmet’le bu konuyu tartışmak istediğini, kendisiyle
temasa geçerse eleştirilerini özelden ona aktarabileceğini belirtirdi,
Ahmet’ten yardım isterdi vb.
Şimdi olmasını istemediğimiz diğer
ihtimallere bakalım: Mehmet, Ahmet’in postundan Ali’nin adresini alarak onun
postuna gerekli gördüğü cevabı yazardı. Ya da doğrudan Ahmet’in postunda topluma
açık olarak sert bir cevap verebilirdi.
Sonuç: Belki ortak bir
arkadaşlarının varlığı sayesinde ilişki kurup arkadaş olabilecek iki kişi,
birbirlerini ve bu arada ortak arkadaşlarını kırmış olabilirler.
Yazıyı hazırlarken, 04.06.2016
tarihinde (bugün) Hürriyet Gazetesi’nde ¨Gündem¨ ana başlığı altındaki
yazılardan birini gördüm. ¨Kolanın Sırrı’ cinayetinde tahliye¨ başlıklı yazı,
belki abartılı bir örnek olabilir, ama yine de yazımda bahsettiğim konunun cinayete
bile varabileceğinin, dolayısıyla racon ve usûlün öneminin bir kez daha somut
hayattan örneklenmesi beni çok üzdü.
Bir kez daha anafikir:
Facebook ya da Twitter’de yazışırken
olabildiğince dikkatli, saygılı olmakta yarar görüyorum. Kendim ne kadar yapabiliyorum,
bilmiyorum. Ama en azından gayret gösteriyorum. Toplumumuz o kadar kavgalı ve
bölünmüş haldeki, yeni kavgalara hiç gerek yok. Bunun yerine yolu şu veya bu
şekilde aynı posttan geçmiş kişilerin, hızlı yargılardan önce birbirlerini
anlamaya, tanımaya gayret etmesinde yarar görüyorum.
Şimdi konuya racon yüzünden oradan
girdik ya, konunun burasıyla artık alakasız olmasına rağmen söz verdiğim gibi
mafya konusunu bitirmeliyim.
Dönelim mafyaya
Büyük amcasının dediği gibi, yeğen
Kalkavan bir telefonla serbest kaldı. Kavgada biraz hırpalandığından, kısa bir
nekahet dönemi için ana-babasının evine geldi. Günlerce lafladık, gezdik, hatta
Fenerbahçe’nin bir Avrupa takımıyla özel maçına bile gittik. Takımı
hatırlamıyorum, ama bu keyifli sohbetlerden aklımda kalan ve zaman zaman
çeşitli ortamlarda anlattığım bir ders var. Bu dersi bana vermiş olan N.Kalkavan
ağabeyimi saygıyla anıyorum. (Hayatıma daha sonra da girdi, o anılarım da başka
yazıda).
Bardaki vukuat üzerine konuşurken
bana dedi ki: “Bir bara, pavyona gidersen sakın üzerinde silah olmasın.
Silahını dışarıdaki adamında bırak. Eğer mekanda bir kavgaya bulaşmak zorunda
kalırsan, masadan bir çatal kap, yere atıp üzerine bas, düzelen çatalı alıp
karşındakinin karın bölgesine dört beş kere kuvvetle sapla.”
(Sözleri mealen değil, olabildiğince
aynen kullanmaya çalışıyorum).
“Bir sürü avantajı vardır. Çok delik
açıldığı için, herif ‘ölüyorum’ zannedip paniğe kapılır, bir halt edemez.
Karışıklıkta kendini dışarı atarsın. Mahkemeye çıkarsan, ‘Hakim Bey, anama, avradıma
küfretti, bir kastım yoktu, kendimi kaybettim, elime çatal geçti, onunla
vurdum’ dersin” (Ağır tahrik indirimi) “Her biri şiş yarasıdır, fitil koymak
gerekir, herif altı ay çeker. En güzeli de ekonomik olmasıdır. Dört defa
dürtersin yirmi, beş defa dürtersin yirmi beş delik açılır.”
Mafyadan saygılarla
Ceterum censeo
Carthaginem esse delendam...
Bana soracak olursanız, Kartaca
mutlaka yıkılmalıdır...
Ne sikim bı yazıydı. Ne yazdığın belli değil
YanıtlaSil