4 Haziran 2016 Cumartesi

Mafya, racon, usûl, dijital mecralar ve yine, hem de bizim mafya


Bloğumun ilk yazısında, bu blogda anılarıma da yer vereceğimi belirtmiştim, ama o kadar çok siyaset ve polemik yazısı yazdım ki, adeta anılara yer kalmamış oldu.

Yeni bir yöntem düşündüm. Siyaset, polemik vb. yazılarımı uygun anılarımı da katarak yazabilirim, böylece belki renklendirebilirim de. Ne de olsa yaşamış olduğum hayat ve tanıdığım insanlar pek renksiz sayılamaz. Dolayısıyla malzeme bulmakta zorlanacağımı sanmıyorum.

İlk denememi mafya katkılı bir yazıyla yapmak istiyorum. Fantezi zannetmeyin, gerçek (yerli) mafyadan bahsedeceğim. Zaten anıların yer aldığı tüm yazılarda bunlar ya bizzat benim yer aldığım ya da birinci ağızdan dinlediğim olaylara ilişkin olacak.

Racon konusu


Boğaz’da Yeniköy sahilinde Avusturya Konsolosluğu binasının çapraz karşısında kırmızı beyaz boyasıyla dikkat çeken bir yalı vardır. Günümüzde Irak Cumhuriyeti konsolosluk binası olarak kullanılan bu yalı, uzun yıllar boyunca önemli bir şahsiyete ikametgah olarak hizmet vermişti.

Eskiden Damatyan Yalısı idi, sonra Ziya Kalkavan Yalısı oldu. 

Şimdi Irak Başkonsolosluğu


TV’de hala devam eden “Kurtlar Vadisi” adlı dizinin ilk sezonlarının önemli rollerinden biri, “Laz Ziya” adlı karaktere ayrılmıştı. İşte o role ilham verdiği iddia edilen gerçek kişi de, o yalının eski sahibi olan armatör Ziya Kalkavan idi.

Rivayet odur ki, o dönemde oldukça etkili olan eski tip mafya babalarının (onlar daha ziyade kabadayı geleneğinden gelmekteydiler) önde gelenlerinden biri, belki de birincisiydi.

Kurtlar Vadisi'nin unutulmaz karakteri: Laz Ziya


İstanbul’un kok kömürü ihtiyacı Zonguldak’tan gemilerle taşınırdı. Bu taşıma ihalesinde tekel durumunda olan armatör Şevket Manioğlu, Tonyalı (!) zihinsel özürlü bir genç tarafından Harbiye’de kırmızı ışıkta duran Cadillac arabasında vurularak öldürüldü. 

En büyük rakibi olduğundan birinci şüpheli olarak görülen Ziya Kalkavan, Emniyet’te bir günden az bir süreyle misafir edilmiş, cinayetle bir bağı tesbit edilemediğinden serbest bırakılmıştı. İşin ilginç yanı, Tonyalı delikanlının suç ortağı ve cinayetin azmettiricisi olarak aranan Osman Kotan adlı şahsın, bir iki gün sonra bir silahlı saldırı sonucunda ölmesiydi. Nedense herkesin aklına, henüz taze olan (1963) Kennedy cinayeti ve o işin zanlısının da mahkemeye bile çıkarılamadan öldürülmesi gelivermişti. 

“Tonyalı” kelimesini yukarıda bir ünlemle işaretlememin bir nedeni var, o da başka bir yazının ve anının konusu.

Peki, Bayman’ın Kalkavan’la ilişkisi ne?


Peki, belki sizin de kafanızı kurcalayan soruya gelelim. Ziya Kalkavan’ın, Ziya Bayman’ın anılarında (Ziya parantezi hariç) ne işi var? Var efendim var, şimdi anlatacağım bir bağlantı var.

1965-1980 yılları arasında (11-26 yaş) on beş yıl Ortaköy’de bir evde oturdum. Bugün bloğumu takip ettiklerini tahmin ettiğim çok kişi o evden geçmiştir.

O evdeki komşumuz Kalkavan sülalesinden bir aileydi. Üç çocuklu ailenin babası, Ziya Kalkavan’ın ikinci dereceden kuzeniydi. Çocuklarının en büyüğü, ailenin tek erkek çocuğu, okumayı prensip olarak reddetmiş, kendini futbol oynamaya vermiş, haylaz bir delikanlıydı. Yaşça benden büyüktü. 

Kolayca tahmin edilebileceği gibi, belli bir yaşa gelip, babası harçlığını kesip, sakatlıklar da yakasını bırakmayınca, futbolu ve evini bırakıp, babasının karşı çıkmasına rağmen, Ziya Amcası’nın yanında çalışmaya (!) başlamıştı.

Türk denizciliğinin duayeni: Ziya Kalkavan


Babası genellikle Kalkavan gemilerinde çarkçıbaşı olarak çalıştığından pek evde olmazdı. Seyrek izin günlerinden birinde evlerine bir telefon geldi. Oğlu bir bar kavgasına karışmış, bir kişiyi yaralamış, içeri alınmıştı. Baba, soluğu Emniyet’ten önce amcasının torunu Ziya Kalkavan’ın yanında aldı. Ondan bir ricası vardı: “Oğlu ilk kez böylesi bir suçtan içeri giriyordu. Belli bir süre içeride kalırsa, bir ihtimal aklı başına gelebilir ve seçmiş olduğu bu yaşantıdan vaz geçebilirdi. Acaba, olamaz mıydı?” Kuzen Ziya’nın cevabı son derece netti: “Doğri söyliysun emceogli, belçi akillanir, ama neediyum çi, adamin soyadi Kalkavan. İçeruye kalmasi racona uymaz.”

Bu uzun anekdotu sondaki “racon” kelimesine gelebilmek için yazdım. Şimdi bu “racon” kelimesini bir kenarda muhafaza edelim. Sırada en az onun kadar, hatta daha önemli “usûl” kelimesi var.

Belirtmeden geçmeyeyim. Mafya yazısının enteresan sonunu, bu yazının sonuna bıraktım. “Racon” ve “usûl” konusunda yazdıklarımı okuyanlar için hoş bir ödül olabilir. Şşşşşt, hemen orayı okumayın. Sırayla! (Ha buraya ne diyruk: Racon, usûl; akillu olun da!).

“Usûl esasa mukaddemdir”

Eski yazılarımı okumuş olanlar, bu ifadeyi hatırlayacaklardır: “Usûl esastan önce gelir”. Usûl ve racon aslında yakın kelimelerdir. Racondan farklı olarak usulde yazılı kurallar da söz konusudur. Şimdi usûl kavramını da bir kenara koyalım.

Üzerinde durmak istediğim konu yazılı dijital mecralar (yani Facebook, Twitter, WhatsApp vb.).

Bu dijital mecralarda, eskimiş ya da asılsız haberlerin tekrar tekrar gönderilmesi, olumsuz bir özellik olarak atfedilebiliyor. Ama bu tür hatalar kısa sürede düzeltilebiliyor, mesela Mahmut Hoca (Münir Özkul) son birkaç yılda yüzlerce defa öldü ve dirildi.

Diğer yandan bu mecralar kendilerini başta Gezi olmak üzere öyle önemli yerlerde kanıtladılar ki, olumsuz özellikleri rahatça görmezden gelinebiliyor.

Ben bu mecraların farklı bir zararlı yönünden bahsetmek istiyorum: Hatalı algılanma, yanlış anlaşılma. Karşıdaki insanın kendisini, konuşma tarzını, espri anlayışını tanımayan bir kişinin, hatalı bir algılamanın kurbanı olması çok kolay. Sayıları sürekli artan, yeni çeşitleri oluşturulan yüz ifadeleri (emoji) de bu konuda yeterince yardımcı olamıyorlar.

Bir hayali örnek verelim:

Örnekte üç kişi var. Ahmet, Mehmet ve Ali. Ahmet ve Mehmet çok eski ve iyi arkadaşlar. Ali ise Ahmet’in başka bir ortamdan arkadaşı, ama Mehmet’le tanışmıyor. Ahmet, Mehmet’in kendi bloğunda yazmış olduğu bir yazıyı çok beğeniyor ve Facebook’taki postunda paylaşıyor. Ali, bu övgüden hareketle Mehmet’in yazısını okuyor ve yazıyı Ahmet’in postunda, biraz da kaba kelimeler kullanarak eleştiriyor. Mehmet, Ahmet’in postunda Ali’nin bu eleştirisini görüyor ve çok şaşırıyor. Bu arada tabii Ahmet de şaşırmış durumda.

Aslında eleştiri konusu olarak kullanılmış olan kavramlar çok ağır olmayabiliyor, mesela “saygısız” ve “densiz”. Ama Mehmet de Ahmet de çok üzülüyorlar. Mehmet, bloğuna yazdığı yazıları “yayınla” komutu vermeden önce defalarca okuyan ve ifadelerinde dikkatli olmaya çalışan biri. Ahmet, onun bu hassasiyetini biliyor, ayrıca yazıyı paylaşırken o da dikkat etmiş. Yazıda “densizlik” olarak algılanabilecek bir ifade yok. İki arkadaşının arasında kalmış oluyor. Ayrıca, uzun yıllardır tanıdığı için, Mehmet’in aslında isterse son derece “saygısızca” ya da “densizce” yazılar yazabileceğini de biliyor.

Mehmet, bu üslup konusunda kendine Edmond Rostand’ın Cyrano de Bergerac (Sabri Esat Siyavuşgil çevirisi) adlı eserinden meşhur “burun tiradı”nı örnek alıyor, yani eğer “densizlik” yapmak gerekirse, bunu da incelikle yapmayı tercih ediyor. (Bir bölümü tr.wikipedia.org’da veya Ekşi Sözlük’te bulunabilir.)

Mehmet’in ağırına giden konu şu: Hiç tanımadığı ve onu hiç tanımayan birinin, büyük hassasiyet gösterdiği ve defalarca okumadan yayınlamadığı bir yazıyı, bir kere okuyarak, sadece ana fikrine karşı olduğu için kolayca “saygısız” ve “densiz” olarak niteleyebilmesi. Hem de bunu yazının sahibinin bloğunda ya da postunda değil, üçüncü bir kişinin (Ahmet’in) postunda tüm okurlara açık olarak yapması, onu da üzmesi.

Bu türden yazışmalarda çok dikkatli olunması zorunlu. İnsanlar arasında iyi ilişkiler kurmaya yardımcı olacağı düşünülen bu tür mecralar, bu amacın tam tersine de hizmet edebilir. Bunu tercih etmemek lazım.

Nasıl yapılabilirdi?


Bu verdiğim örnekte belki şunlar yapılabilirdi: Ali, Ahmet’e özelden yazarak eleştirilerini bildirebilirdi. Doğrudan Ahmet’in postuna yazarak, Mehmet’le bu konuyu tartışmak istediğini, kendisiyle temasa geçerse eleştirilerini özelden ona aktarabileceğini belirtirdi, Ahmet’ten yardım isterdi vb.
Şimdi olmasını istemediğimiz diğer ihtimallere bakalım: Mehmet, Ahmet’in postundan Ali’nin adresini alarak onun postuna gerekli gördüğü cevabı yazardı. Ya da doğrudan Ahmet’in postunda topluma açık olarak sert bir cevap verebilirdi.

Sonuç: Belki ortak bir arkadaşlarının varlığı sayesinde ilişki kurup arkadaş olabilecek iki kişi, birbirlerini ve bu arada ortak arkadaşlarını kırmış olabilirler.

Yazıyı hazırlarken, 04.06.2016 tarihinde (bugün) Hürriyet Gazetesi’nde ¨Gündem¨ ana başlığı altındaki yazılardan birini gördüm. ¨Kolanın Sırrı’ cinayetinde tahliye¨ başlıklı yazı, belki abartılı bir örnek olabilir, ama yine de yazımda bahsettiğim konunun cinayete bile varabileceğinin, dolayısıyla racon ve usûlün öneminin bir kez daha somut hayattan örneklenmesi beni çok üzdü.

Bir kez daha anafikir:


Facebook ya da Twitter’de yazışırken olabildiğince dikkatli, saygılı olmakta yarar görüyorum. Kendim ne kadar yapabiliyorum, bilmiyorum. Ama en azından gayret gösteriyorum. Toplumumuz o kadar kavgalı ve bölünmüş haldeki, yeni kavgalara hiç gerek yok. Bunun yerine yolu şu veya bu şekilde aynı posttan geçmiş kişilerin, hızlı yargılardan önce birbirlerini anlamaya, tanımaya gayret etmesinde yarar görüyorum.

Şimdi konuya racon yüzünden oradan girdik ya, konunun burasıyla artık alakasız olmasına rağmen söz verdiğim gibi mafya konusunu bitirmeliyim.

Dönelim mafyaya


Büyük amcasının dediği gibi, yeğen Kalkavan bir telefonla serbest kaldı. Kavgada biraz hırpalandığından, kısa bir nekahet dönemi için ana-babasının evine geldi. Günlerce lafladık, gezdik, hatta Fenerbahçe’nin bir Avrupa takımıyla özel maçına bile gittik. Takımı hatırlamıyorum, ama bu keyifli sohbetlerden aklımda kalan ve zaman zaman çeşitli ortamlarda anlattığım bir ders var. Bu dersi bana vermiş olan N.Kalkavan ağabeyimi saygıyla anıyorum. (Hayatıma daha sonra da girdi, o anılarım da başka yazıda).

Bardaki vukuat üzerine konuşurken bana dedi ki: “Bir bara, pavyona gidersen sakın üzerinde silah olmasın. Silahını dışarıdaki adamında bırak. Eğer mekanda bir kavgaya bulaşmak zorunda kalırsan, masadan bir çatal kap, yere atıp üzerine bas, düzelen çatalı alıp karşındakinin karın bölgesine dört beş kere kuvvetle sapla.”

(Sözleri mealen değil, olabildiğince aynen kullanmaya çalışıyorum).

“Bir sürü avantajı vardır. Çok delik açıldığı için, herif ‘ölüyorum’ zannedip paniğe kapılır, bir halt edemez. Karışıklıkta kendini dışarı atarsın. Mahkemeye çıkarsan, ‘Hakim Bey, anama, avradıma küfretti, bir kastım yoktu, kendimi kaybettim, elime çatal geçti, onunla vurdum’ dersin” (Ağır tahrik indirimi) “Her biri şiş yarasıdır, fitil koymak gerekir, herif altı ay çeker. En güzeli de ekonomik olmasıdır. Dört defa dürtersin yirmi, beş defa dürtersin yirmi beş delik açılır.”

Mafyadan saygılarla 

Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...

Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır...

1 yorum:

  1. Ne sikim bı yazıydı. Ne yazdığın belli değil

    YanıtlaSil