27 Şubat 2015 Cuma

“Kendini onaylama, hayat amacı olmaz ki!!” üzerine (2)


Geldik zurnanın zırt dediği yere. Daveti kesinlikle varmış sayıp kabul ettik, ama gel de savaş şimdi. İyisi mi, önce biraz ortamı ısıtalım, zemini hazırlayalım. Nasıl mı? İki anekdot ve bir okuma parçasıyla.

Anekdot 1:


12 Eylül 1980 öncesi dönemde, yoksul ama gururlu, beyinleri henüz bekaretlerini kaybetmemiş sayılabilecek birtakım gençler Ortaköy’de ufacık bir evde biraraya gelirler ve bülten çalışması olarak adlandırdıkları bir işi yaparlardı. Gururla söyleyebilirim ki, ilerki yıllarda, o çalışmalara katılmış olan gençlerden gazeteciler, köşe yazarları, dergiciler, ansiklopediciler, belgeselciler, romancılar çıktı. Büyük gazetelerden birinin yayın yönetmeni bile çıktı o ekipten.

Şimdi anlatacağım hikaye işte bu grupta yaşandı. Ama arada belirtmem gerekiyor. Dün ne yediğimi unutuyor olmama rağmen, o dönemleri hattâ daha öncesini oldukça net hatırlıyorum. Gel gör ki, bu olayın bazı noktaları, bazı isimler aklımdan uçmuş. Mutlaka hatırlayanlar olacaktır. Facebook üzerinden yazarlarsa sevinirim.

Bültenciler olarak yoğun çalışma temposunun arasında kendimize dinlenme verdiğimizde, boş oturmak yerine farklı gazeteler hazırlardık, Osmanlı dönemi gazeteleri. Bunların garip isimleri ve ilginç köşe yazarları olurdu. Bu yazarların birbirleriyle ettikleri köşe kavgalarından birinde, sabah piyasaya çıkan gazetenin başyazarı (ikisinin de ismini unuttum) yazısının başlığında rakip başyazara hitaben “Al sanaa!” ifadesini kullanıyordu. Diğer gazete ise akşam piyasaya çıkıyordu ve adı (bunu hatırlıyorum) “Son Saatim Çok Erken”di. Başyazarının cevabî yazısının başlığı ise: “Iskaaa!”. (Yazar, burada kendi yazısının başlığının da aslında “Iskaaa!” olabileceğine işaret ediyor).

Anekdot 2:


Yine ‘80 öncesi dönemde, o dönemin en önemli dergilerinden birinin (Birikim) yöneticisi ve yazarı Ömer Laçiner, arada sırada biraz önce bahsettiğim o küçük evde kalır, bazı dergi yazılarını orada yazardı. Birikim dergisinin tarihinde farklı siyasi görüşlerle yapılmış çok sayıda polemik yazısı vardır. Bunların en şiddetlilerinden biri, o evde, o dönemde yine Aydınlık adını taşımakta olan görüş ve gruba karşı yazıldı Ömer Laçiner tarafından. Yazarken teksir kağıdı denen saman kağıdı benzeri bir kağıt kullanıyor, oradan oraya giden oklar, karalamalar, çerçeve içine alınıp yer değiştiren bölümler, yıldızlar, parantezlerle kaplanan kağıdı bana veriyor, ben de o karmaşayı çözüp, metni daktiloya çekiyordum. Tabii bir yandan da metni büyük bir ilgiyle okuyordum.

Yazı giderek “gramını yiyen kudurur” noktasına geldi. Tabii ki, küfür yoktu, ama eziciydi. Karşıdakine adeta değil cevap, yaşam hakkı bile tanımıyordu. Haddime düşmezdi belki, ama bir noktada artık uyarmak istedim. “Ömer abi” dedim, “böyle de olmaz ki, bu kadar da kuvvetli vurulmaz ki”. Çok faydalı bir iş yapmışım, yoo Ömer abi yazıda bir değişiklik filan yapmadı. Ama bana önemli ve çok faydalı bir ders verdi. Faydasını hayatım boyunca çok gördüm. Dedi ki: “Bak yavrucuğum, özellikle siyasi eleştiri ya da polemik yapılırken, şimdilik biraz buradan vurayım da, karşımdaki şöyle cevap verirse, bir de şunları söylerim denmez. Karşındakinde neleri hatalı görüyorsan, hepsini gümbür gümbür söyleyeceksin. Şu veya bu şekilde cevap verirse de cevabını ona göre vereceksin. Üslubundaki sertliği ise, karşındakiyle ilişkin belirler, yani diğer bir deyişle, kabahat sende değil, ilham verende olur”.

Okuma 3:


Bir de bu okuma parçası var. O da biraz eski tarihli, ama bugüne dek o kadar çok insanı birarada hedef alan, o kadar dört başı mamur bir hakaretnamenin özürüne ya da özeleştirisine herhangi bir yerde rastlamadığımız için, geçerliliğini bugün de koruduğunu kabul edebiliriz. Sahibi de herhalde arkasında duruyordur. Yazının adresi: ziyaninorasi.blogspot.com.tr, 31.10.2014 tarihli 3.yazı, “Bir YAE’cinin amansız saldırısı – Gelin yavrum, anlatayım…”.  Kopyayı tam bu noktada vermeliyim. Bir önceki yazıda alıntıların yapıldığı blog yazısıyla (Kendini onaylama…), bu hakaretnamenin yazarı aynı kişi. Bu hakaretnameyi okuma parçası olarak seçmemin nedeni ise, yazarın “Kendini onaylama,...!” yazısı tarafından adeta tam hedef alınmış olması. Sanki “Kendini onaylama, ...” yazısı “Gelin yavrum anlatayım”ı alabildiğine eleştirmek ve kitleler önünde mahkum etmek amacıyla yazılmış. Ama yine de bu “Kendini onaylama...!” yazısı, muğlak birtakım ifadeler kullanmasına karşın, “yahu, biz de vakti zamanında böyle kendini onaylama hamleleri yapmıştık” gibisinden bir özür ya da özeleştiri içermiyor. 


Bu Yazar Neden Önemli?


Peki, bu yazarın önemi nereden geliyor. Bir defa benim kadim arkadaşım. Yani o beni, ben onu, birbirimizi çok uzun zamandan beri çok iyi tanıyoruz. 1968’den beri. Uzun süre aynı evi paylaştık (anekdotlardaki evi). Ama itiraf edeyim, ben bu tanıdıklığı kötüye kullandım. O garibim, bütün saflığı ve iyi niyetiyle, bana kendisinin takmış olduğu “fitneus fücurus” adını da unutmuş olarak, sanırım bir oltaya geldi.

Son yazılarımdan birinde (Ne Yapmış, Ne Yapmamış bu “Hrant’ın Arkadaşları?” (1) başlıklı yazı) yazılmış bunca eleştiriye, bunca yazıya, hattâ kitaba karşı YAE’cilerin hiç ses çıkarmamış olmasını kınamış ve eski arkadaş çevremi (Birikim) ve özellikle de onu eleştirmiştim. Geçen gün yazısını görünce ne kadar sevindiğimi ve gurur duyduğumu anlatamam. En azından bir arkadaşımı, hem de çocuk yaşta seçerken özünde doğru yapmışım. Diğerlerini şimdilik boşveriyorum. Onlar da er geç bu noktaya geleceklerdir. Hayatının en az bir döneminde aklın, zekanın yararlarını, faziletlerini tatmış bir insanın, ömür boyu “kullanışlı aptal” olarak kalması imkânsızdır.

Ben Birikim'i Çok Sevmiştim


Biliyorsunuzdur, 2010 referandumu sırasında RTE’nin bizzat balkondan teşekkür ettiği DSİP dışında YAE’ci en önemli ekip Birikim çevresiydi. Aslında sayıları çok değildi, ama köşe yazıları ve TV açık oturumlarında, ayrıca yurt dışı platformlarda çok etkiliydiler. DSİP lideri rahmetli Doğan Tarkan, günde tek bir kanaldaki bir oturuma tek tabanca katılabilirken, Birikimciler aynı gün farklı kanallardaki oturumlarda farklı kişilerle temsil edilebiliyordu. Doğan da Birikimciler de referandum için önerilen “hayır” ya da “boykot” tavrı aleyhine ağızlarına geleni söyleyebiliyorlardı. DSİP’de de eski arkadaşlarım var, ama onlar kusura bakmasınlar. Bu konuda onlara şimdi bir eleştiride bulunmak istemem, hem liderlerini de çok kısa süre önce kaybettiler, acıları taze. Hem de ne bileyim işte, eleştirmek istemiyorum. Sanki bana yakışmıyor gibi. O arkadaşlarımdan soran olursa, kişisel olarak tavrımı izah etmeye çalışırım.  Ama topluma açık bir eleştiri de yapmam.

Birikim çevresi ise farklı. Eğer o çevreye katılma sırası bakımından bir numara veriliyor olsaydı, herhalde kafadan ilk ona filan girerdim. Hasan Cemal’e nazire: “Ben Birikim’i çok sevmiştim”. Dolayısıyla ömrümün önemli bir bölümünü Birikim ile açıklayabilirim. Her ne kadar ayran içmiş, ayrı düşmüş olsak da (al sana millî içeceğin zararlarından biri daha), gönlüm ve daha önemlisi beynim hep orada kaldı. Tüm kırgınlığıma rağmen onlardan ayrıyken düşmediğim yalnızlığa, “yetmez, ama evet”çi olduklarında düştüm. Ayrıyken, bir ihtiyacım olduğunda, hangisine gitsem nazım geçerdi, yardım görebilirdim. Mesela kızımın nişanını Bodrum’da bir grup Birikimci, tereyağından kıl çeker gibi organize etmişti o dönemde. Bugün ise köprüler o kadar gaddarca atılmış durumda ki, değil böyle bir talepte bulunmak, habersizce aynı mekana gitmişsen, yılan görmüş gibi karşılanıyorsun ve mutlaka ayrı masalara oturmak zorunda kalıyorsun.

Gelelim Alabildiğine Eleştiri Faslına


Bu kadar hicran yeterli. Şimdi asıl devrimci görevimize dönelim ve Ömer Laçiner’in verdiği eğitime uygun olarak eleştirimizi yapalım.

Baştan söyleyeyim. Aslında adresini vermiş olduğum “Gelin yavrum, anlatayım” başlıklı yazıyı ve “kendini onaylama, hayat amacı olamaz ki!” adlı yazıları arka arkaya okuyan akıllı birine, burada mufassal bir açıklama yapmaktan ar ederim. Onu aptal yerine koymuşum gibi olur. Ama hedef kitlemizin bir bölümünü, malumunuz olduğu üzre, “kullanışlı aptallar” oluşturuyor. Dolayısıyla akıllıları tenzih ederek, bu eleştiriyi mecburen yapıyorum. 

Başka bir zorlukla daha karşı karşıyayım. Bir önceki (kendini onaylama, hayat amacı olmaz ki!) başlıklı yazıdan o kadar düzgün ve sıralı alıntı yaptım ki, okurum oradaki fikirlerin tümüne aynen katıldığım izlemine kapılabilir. Aslında cümlelerin tamamı için olmasa bile, bir kısmına katıldığımı söyleyebilirim. Benim buradaki meselem, asla kimseye karşı kullanmayacağım bazı cümlelerin de yazıda yer alıyor olması ve daha da önemlisi yazının, kendisini adeta tekzip ediyor ve alabildiğince eleştirip kitleler önünde mahkûm ediyor olması. (Bu ifadeleri ikinci defa kullandığımın farkındayım, nostaljik bir espri olsun diye böyle kullanıyorum, alıntılar yine italik ve sarı).

Mesela birinci paragrafın neredeyse tümü, yazıda anlatılmak istenen şeyle taban tabana zıt. Kardeşim, o kişilerin acınası fırsat avcıları olduğu, anlamsız bir hayata anlam katmanın peşinde oldukları, çünkü hayatlarının anlamsız olduğunu vurgulamışsın. Pek çok şeyden şikayet ederek, ama bunların hiçbirini değiştirebilecek hiçbir şey beceremeyerek yaşadıkça, böyle ihtiyaçlarının hem artıyor hem derinleşiyor olduğunu tespit etmişsin.

Farkında mısın? Sonraki iki paragraf (“Siyasi....Herhalde. Tek ihtimal.” paragrafı) ve (“Kendi gibi düşünmeyenler ile başlayıp “kabahat tabiî ile biten paragraflar) birinci paragrafın tamamına karşı. Çünkü sen de birinci paragrafta birilerine karşı kendini onaylama peşinde koşmanın dışında hiçbir şey yapmıyorsun. Birileri için “hayatları anlamsız” diyebilecek kadar kendinden eminsin. Hiçbir şey beceremeyerek yaşadıklarını tespit etmişsin. Senin ölçülerine göre bir şey becerebilmiş olmaları için ne yapmaları gerekirdi? Devrim? Reform? Roman? Köşe yazısı? Belgesel?

Sonraki paragrafın tümüne imza atabilirim. “başkalarına aptal diyenler”le ilgili söylediklerin çok doğru. Yalnız dikkat et, benim “kullanışlı aptallar” deyimini kullanıyor olmam seni hataya sürüklemesin. O deyim, belirli davranış biçimini sergileyen kişiler için kullanılan tarihi ve sosyolojik bir kavram. Yoksa oradaki kişilerin aptal olduğu anlamına gelmiyor. Zaten ben de onların ezici çoğunluğunun son derece akıllı, hattâ aşırı akıllı olduklarından eminim.

Aynı paragrafın devamında, “olamaz mı?, kabahat mi? ” diye sorduğun sorular ve cevabı da çok doğru. Ama mesela bu soruları sorabilmek ve cevabı dolu dolu verebilmek için, “bakın yavrum, anlatayım” diye bir yazı yazmamış olmak lazım. En yakın arkadaşlarına postal yalayıcı, cuntacı, Ergenekoncu vb. dememiş olmak lazım. Falan, filan.

Bir de şöyle bir durum var tabii. Bu soruların aslında ikişer cevap ihtimali var. Benim hesaba katmadığım bir şeyleri hesaba katmış olarak tarih önünde haklı ya da haksız çıkmış olabilirsin. Diğer soru: Benim hiç önemsemediğim şeyler senin için belki önemliydi, onun için benimkinden farklı çözümler arıyordun. Yine iki cevap ihtimali var: Tarih önünde haklı ya da haksız olabilmen. 


Olması Gereken İfade Kırmızı


İşin bir yönü daha var: Gelinmiş olan bu noktada, “belki öyle yaptıydı, belki böyle yaptıydı, belki şunları hesaba kattı, belki bunları arıyordu” ifadeleri, kıvırtmaya yönelik kaypak ifadeler olarak görünüyor. Olması gereken ifade tarzı için haddim olarak (olmayarak değil!) biraz yol göstereyim: 

‘Gelin yavrum, anlatayım’ başlıklı yazıyı ben yazdım. Eski arkadaşlarımı, yoldaşlarımı, bütün itirazlarına rağmen, Ergenekoncu, cuntacı, postal yalayıcı vb. gibi yaftalarla yaftaladım. Çünkü onların hesaba katmadığı bu, bu, bu şeyleri hesaba katmıştım veya onların hiç önemsemediği şu, şu, şu şeyler benim için önemliydi. Bu nedenle farklı çözümler arıyordum. Beni önemseyenleri, sözümü dinleyenleri de böyle, şöyle yönlendirdim. Bugün gelinen noktada, o gün doğru (ya da hatalı) davranmış olduğuma inanıyorum”. 

Bu kadaar! Çok mu zor? Yoksa maddi imkânların, bunca eşitsizliğe ve adaletsizliğe rağmen böylesine genişletildiği bir zamanda insan zihninin ve ruhunun giderek sığlaşması, daralması, benmerkezciliğin gözleri görmez, kulakları duymaz hale getiriyor oluşu, adamın hayatla bağını, ilişkisini zayıflatıyor olması, böylesi bir açıklamayı imkânsız mı kılıyor?

Açıklama yapılması ihtimaline karşı bir kaçış yolunu daha kapatmalıyım. YAE’cilerin daha önce başvurmuş olduğu bir yol bu. Şöyle denebiliyor: “Biz o zamanki koşullarda haklıydık”. Hangi koşullarda kardeşim? “O zamanki koşullarda”. Neydi o koşullar kardeşim? Biz neden göremedik, yoksa siz hayal mi gördünüz? Hadi biz kördük, göremedik. Peki, bu memleket nasıl bu hale geldi? (Bu açıklama için örnek Youtube’da bulunabiliyor: Ömer Laçiner – Balçiçek İlter söyleşisi).

İnsan zihninin ve ruhunun giderek sığlaşması, daralması, benmerkezciliğin gözleri görmez, kulakları duymaz (yahu bu deyim de Kuran’dan, hadi hayırlısı) hale getiriyor oluşu, adamın hayatla bağını, ilişkisini zayıflatıyor” ifadesi, (bu ifade çok önemli, onun için burada tekrarlıyorum) aslında kullanılabilecek bir ifade olarak kabul edilebilir. Ama kimin, nerede kullandığı çok önem taşıyor burada. Hele ardından gelen son paragrafın varlığında.

Mesela ben kimseye “sen kimsin, hayatta ne yaptın ki ona buna şunu diyorsun? diye asla sormam. Çünkü bu, cevabı son derece tehlikeli olabilecek bir sorudur ve muhatabına göre de neredeyse sonsuz cevap olasılığı taşıyabilir. Normalde birisi aşırı cesaret gösterip, bana bu soruyu sorduğunda, alacağı cevapların miktarı ve dozu bu yazının sınırlarını çok aşar. Haa, bu dozun en aşırısı bana yakışmaz mı? Hem de çok yakışır. Tanıyanlar hak verecektir. Ama burada arkadaşlar arasındayız. Onun için en hafifinden bir cevap örneği vereyim. Tanıyanlar, bilenler sanırım bu konuda onay vereceklerdir: YAE’ciler gibi insanlarla birlikte davranacağıma, çok kaliteli, mesleklerinde son derece başarılı iki evlat yetiştirmeyi tercih etmiş olabilirim. Yetmez, ama evet!

İnsan bazı yazıları gerçekten de görmezden gelemiyor. Ama böyle yazmak zorunda kalınca da üzülüyor.


Sağlıcakla kalın.

1 yorum:

  1. Kendini yeterince onaylamışsın, umarım egon da tatmin olmuştur.

    YanıtlaSil