Hrant'ın Arkadaşları (2)
Alman eğitiminin bize faturası, uzun cümleler, uzun yazılar oldu. Cümleleri
de, yazıları da kısaltamıyoruz. En azından ben yapamıyorum. Yine uzun bir yazı
yazdım. Baktım, olmuyor. Uygun bir yerinden ikiye böldüm. Bütünlükleri
bozulmadı gibi. Ama bilin ki, (1) ve (2) sıralı. Üşenmeyip ikisini de okumak
isterseniz, önce bir alttaki (1) numaradan başlayın.
Ne yapmış, ne yapmamış bu “Hrant’ın Arkadaşları”? (2)
Özel Bir “Arkadaş”: Ali Bayramoğlu
Zekeriya Öz ve meslektaşları
için ise bu şemalar, bu “arkadaş” destekleri, bu avukat baskıları, elle gelen
düğün bayramdı tabii.
Bu dönemde bazı eski (darbeci, postal
yalayıcı, Ergenekoncu, Veli Küçük hayranı) arkadaşlar, bu arkadaşlarını cin
değil akıllı olmaları konusunda ısrarla uyardılar. Ama onlar illaki Veli Küçük
dediler, bir türlü Cemaat (daha doğrusu Cemaat + AKP) demediler.
Burada gerek Ergenekon’u, gerek
Balyoz’u, gerek OdaTV davasını ve diğer antin kuntin davaları planlayan,
organize eden üst aklı ve ona hizmet eden Cemaat ve AKP’yi bir noktada tebrik
etmek gerekiyor. Birisi bana daha önceden gelip de, “biz böyle kapsamlı bir
tezgah kuracağız, hepsi de cin gibi bir sürü solcu bunu yiyecek, kullanışlı
aptallar haline gelecek” deseydi, katiyen inanmazdım, hele yakın tanıdıklarım
için asla kabul edemezdim.
Gelelim işin aslına: Hrant Dink,
ne Sabiha Gökçen haberi ne de “zehirli kan” ifadesine kızmış bir takım
mihraklar tarafından, cezalandırılmak amacıyla öldürülmedi. Üst akıl tarafından
planlanmış, Cemaat tarafından hazırlanmış ve AKP tarafından denetlenip
desteklenecek Ergenekon, Balyoz, OdaTV, askeri casusluk vb. operasyonlar, çok daha büyük bir planın parçaları
olarak hazır bekliyordu. Bunları içerde ve dışarda meşru, haklı gösterebilecek,
sansasyonel bir eylem gerekiyordu. Hrant, bu gerekliliğe kurban gitti (Bak. İn, Sabri
Uzun, Kırmızıkedi Yayınları). Yani koşullar farklı olsaydı, o operasyonları o
dönemde devreye sokabilmek için, Hrant yerine uygun bir Mrant (ya da 1 Mayıs
‘77 gibi kitlesel bir eylem) aranacak ve bulunacaktı. “Arkadaşlar”dan özür
dilerim, ama acı gerçek maalesef bu.
Unutmadan söylemem geren bir şey
daha var: 19 Ocak 2015 günü, otobüsün üzerinden yürüyüşü idare eden tanımadığım
bir “Hrant’ın Arkadaşı”, daha sonra balkondan kalabalığa şu mealde laflarla
seslendi: “Bugünlerde içeri alınan polislerin isimlerini biz daha ilk günden
itibaren söyledik, dokunmadılar.” (Burada gülmeden ağır bir laf edilebilir).
Arkadaşım; onların isimleri
zaten ortadaydı, o günlerde belirli yerlerde zaten resmen görevliydiler. Onlara
sekiz senedir dokunulmamasını, hatta terfi etmelerini Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz mi sağlıyordu da,
hala ağzınızı doldura doldura Cemaat diye haykıramayıp, Veli Küçük
sayıklıyorsunuz? Aslında ben Veli Küçük’e de acıyorum. İçerideyken, bir
mahkemeye giderek, bir el işaretiyle adam öldürtmüş şef havası vardı. (Zaten
bütün gladyo şefleri öldürtecekleri adamların mahkemesine giderler, kötü kötü
bakarlar ve el işareti filan yaparlar.) Şimdi balonu sönüverdi. Herhalde bu cinayetten suçlanmadığına en çok
o üzülmüştür.
Bu arada yürüyüş
organizatörlerine bir kınama: Bu törenlere yıllardan beri Hrant’ı sevdiği
için, adalet çağrısı yapmak için, gerçek katillerinin bulunmasına destek olmak
için katılan, ama soykırım konusunda Hrant gibi düşünen (!) ya da soykırım
tanımlamasını hiç kabul etmeyen insanları emrivaki yaparak yürüyüşün önündeki ana
pankart olan “Yüzleşin
Hrant’la! Soykırımla!” pankartının ardında yürütmek, yine Ümit Kıvanç’ın
ifadesini ödünç alalım, “onurlu ve isabetli bir davranış” olmamıştır. Hrant, soykırıma alet edilmiştir. Soykırım
için farklı pankartlar açılabilir, isteyenler o pankartların ardında yürüyebilirlerdi.
O yürüyüşe katılan insanların tek ve yegâne ortak paydası, soykırım değil
Hrant’tı. Ve buna saygı gösterilmeliydi.
Şemacı “Arkadaş”ın Bayramoğlu’nun Bugünü
Aralarında bu şemacı “arkadaş”ın
da olduğu “kullanışlı aptallar”ın büyük çoğunluğu uzun süre sırtlarını
Cemaat+AKP’den oluşan devasa bir güce yaslamışlardı. (Ben “sırtlarını” diyorum,
terbiyemden). Gün geldi AKP,
İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun ağzından, bu çocukları kovaladı. Birçoğu
işinden de oldu. Bir şok yaşadılar. Bazıları tutunabildikleri yerlerde,
Cemaat’e de pek yanaşmadan AKP ve RTE’ye karşı sert muhalafete giriştiler. Hani
güya onlar solu bıraktıkları noktada filandılar. Bir yere gitmemişler, kimselere yalakalık yapmamışlar, kimsenin ağabeyi olmamışlar, sadece tatile çıkmışlardı. Bazıları bununla yetinmedi,
AKP’ye muhalefet ederken Cemaat’in bacaklarına sürtünmeye devam etti. Bazıları
da esas güç odağı olarak gördüğü, AKP ve RTE’ye iyice yanaşmanın yollarını
arıyor.
Acıklı olan şu ki, onca
eleştiriye, onca kınamaya, onca doğru yolun gösterilmesine rağmen, biri bile
çıkıp (bireysel “aldatıldım” herzeleri dışında) “gerçekten biz hata yapmışız”
diyemedi. Oradan oraya savrulmaları olmasa, onlar adına bu tavrı alkışlayıp,
“hiç olmazsa bu tavırlarında tutarlılar” diyeceğim, ama özeleştiriden bu
denli kaçanlar, kel alaka konularda klavye paralarken ya da bir o paçaya, bir
bu paçaya siftinirken, birini yakalayıp bunu söyleme fırsatım olamıyor bir
türlü.
Çok uzatttık, haydi şemacı
“arkadaş”. Quo vadis?
Ali Bayramoğlu’nun 30
Aralık 2014 tarihinde El Jazeera
Türk Dijital Dergi’de “Görüş” bölümünde yer alan “İktidar-Cemaat evliliği ve
perde arkası” başlıklı yazısı “27 Nisan muhtırası ve 2007 seçimlerini takiben
açılan kapatma davası AK Parti’yi devlet alanında çıplak bıraktı. Üzerini örtebilecek
tek örgütlü güç ise Cemaat'ti. Cemaat'in tehdit algısı ve siyasi örgütlenmeye
yönelişiyle, AK Parti’nin askerle karşı karşıya kalışının paralelliği beklenen
sonuca yol açtı”
spotuyla başlıyor.
Yazının
içinde ayrı yerlerde iki ayrı paragraf spota çekilmiş. Derginin editörünün mü,
yoksa yazarın kendisinin mi çektiği belli değil. Ama yazının sonunda “Bu makalede yer
alan fikirler yazara aittir ve Al Jazeera’nin editörl politikasını
yansıtmayabilir” ifadesi olduğuna göre, spotları belirleyenin ya da en azından
onaylayanın Bayramoğlu olduğunu söyleyebiliriz.
Gelsin spotlar:
“Cemaat'in 'altın
nesil' fikri üzerinden devlet alanına yayılması ve devlet politikalarını
yönlendirme arayışı hiçbir şekilde siyasi iktidarın derinliğini bildiği,
parçası ve ortağı olduğu bir proje değildir.”
“Cemaat ile buluşma
AK Parti için siyasi bir ittifak değil, baskı ve hukuksuzluk karşısında doğal,
meşru ve olması gereken bir durumdu. Başbakan açısından 'alnı secdeye
değenlerin adalet ve hukuk arayışı etrafında buluşması'ydı...”
Demek ki, neymiş? Yazısının başında yer alan giriş spotuna göre, başta AKP ile Cemaat arasında bir koaliyon durumu filan zinhar yokmuş, AKP’yi (dikkatinizi çekerim, spottaki saygıya bakın, AKP’yi değil, AK Parti’yi)
Cemaat’in kucağına, hem de iktidarının beşinci yılında atan Ordu ve TC derin
devletiymiş.
İkinci spota göre, siyasi iktidar Cemaat’in gizli projesinin
kurbanı olmuş. Bu projenin hiçbir şekilde derinliğini bilmiyormuş, parçası ve
ortağı değilmiş.
Üçüncü spota göre ise, bu bir siyasi ittifak değil, (pek
saygıdeğer ve sevgili) Başbakan açısından ‘alnı secdeye değenlerin adalet ve
hukuk arayışı etrafında buluşması’ imiş.
İşte çaresiz kaldığım nokta:
Genel kabul görmüş atasözlerimizden olan “bana arkadaşını
söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim”, sözü burada beni çok hırpalıyor. Çünkü
tanışmamış olmama rağmen Hrant’ı seviyorum. Eğer bu atasözü doğruysa ve eğer bu
garip bünyeyi Hrant’ın arkadaşı olarak kabul edeceksek, Hrant’a, en azından
yazılarından ve konuşmalarından tanıdığım, sevdiğim Hrant’a, ayıp ve yazık
olmayacak mı?
Yok eğer bu bünyeyi Hrant’ın arkadaşı olarak kabul etmeyecek
olursak (bana göre o şemayı koştura koştura savcıya ileten biri, Hrant’ın
arkadaşı kabul edilmemelidir zaten), o zaman Hrant’ın gerçek arkadaşları
olduğunu iddia edenler, bu bünyeyi neden deşifre edip kovalamıyorlar?
Benden bu kadar. Bu açmazın gerisini “Hrant’ın Arkadaşları”
düşünsün.
Sağlıcakla kalın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder