Özgecanımız
Dün akşam Facebook’ta Özgecan için üç beş kelime yazabilmek
için sabahtan beri makinenin önünde oturduğumu ve beceremediğimi yazmıştım.
Vaziyet aslında bugün de aynıydı. Biraz hava almak için dışarıya çıktım, kızıma
torunuma (o da çok güzel bir kız, henüz dört yaşında, kaygılarım sonsuz)
takıldım. İşler daha da kötüye gidebilirdi ki, “yeter” dedim kendime. İstinye
Park’ta bir kafede masa başına oturdum ve çalakalem başladım yazmaya. Zoraki
olduğu için pek istediğim gibi olmadı, ama artık idare ediverin. Zaten
yazının sonunda da bu konuda okumanızı tavsiye ettiğim bir, iki yazının
adreslerini vereceğim.
Yazmaya başlamadan önce bir sürü yazıyı, haberi okumuştum.
Bunların arasından Yeni Akit gazetesi yazarı “hanımefendi”nin, pembe otobüs
öneren “beyefendi”nin twit ve yazılarıyla, bilhassa Nihat Doğan “beyefendi”nin
twitleri beni çok etkiledi. Dilerim, bunların biriyle bile herhangi bir yerde
karşılaşmam. Artık yaşlıyım, çoluğum, çocuğum var, maazallah.
Empati üzerine birkaç söz
Şunu rahatça iddia edebilirim: Özgecan’ımızın (Allah
kahretsin, evlat sayımız giderek artıyor!) son anlarında yaşadığı dehşetin,
benzer veya aynı şeyleri yaşamış ama ölümden şu veya bu şekilde kurtulmuş
kadınlar dışında, kimse tarafından algılanabilmesi, bir empati kurulabilmesi
sözkonusu değildir. Aynı durum
annesi ve babası ile ilgili empati kurmak isteyenler için de geçerlidir.
Bir kız babası olarak şunu söyleyebilirim: Kızım
üniversiteyi evden uzakta okudu. Master’ı ise çok uzakta (ABD) yaptı. Düşünün,
Özgecan da uzakta okuyordu. Babasının onunla ilgili endişelerini ben
anlayabilir ve empati kurabilirim, ama bu acı sonun yıkımı ve üzüntüsü,
herhalde bizim endişelerimizin çok sıfırlı bir çarpımından bile kat kat
fazladır.
Bu nedenle o sapıklara verilecek cezalar ne kadar ağır
olursa olsun, benim bile yüreğim soğumayacakken, o şanssız anne ve babanın
yüreklerinin serinlemesi bile beklenemez. Onlar maalesef hayatlarının son
gününe kadar yeri doldurulamayacak bie eksikle ve tabiri caizse yarım insanlar
olarak yaşayacaklar.
Kusura bakmayın, olayı böyle çarpanlarla, bölenlerle,
yarımlarla, biraz katı sayılabilecek ifadelerle anlatmaya çalışıyorum.
Duygusallığa kayarsam, bu yazı da bitmeyebilir.
Teselli mi? Bence hayır
İlacımın (beni kurtardı, isteyene özelden adını veririm) bana
verdiği sanal sakinlik içinde biraz daha katı, zor telaffuz edilebilecek
konulara gireceğim.
Özellikle mizahta çok kullanılan bir ifadedir, ben de
kullanayım: “Şerefsizim, ben bunu daha önce söylemiştim”. Bu günkü ifadede
ortaya çıktı ki, o canavar Özgecan’ı tecavüzü beceremediği için, böylesine
canavarca öldürdü. Anlaşılan o ki, Özgecanımız, kendisini muhteşem savundu,
tecavüzden kurtuldu. Ama bu da ölümünü hem çabuklaştırdı, hem de hunharca
olmasına neden oldu. Kendini öyle savunamasa ne değişecekti? Yüzde yüz yine
öldürülecekti. Tırnaklardaki DNA’yı hesap edip, kızcağızın ellerini keserek
yakan bir cani, minibüsünü, yüzünü görmüş olan bir kurbanı elbette sağ
bırakmayacaktı.
Diyeceksiniz ki, ne farkeder? Kahretsin, bu adalet
sisteminde, bu erkek ve dinci egemen toplumda çok şey farkeder. Davaların çok
iyi takip edilmesi ve bugünkü hassasiyetin duruşma günlerinde de gösterilmesi
gerekiyor. Bugün bir dinci gazetede çıktı, “ne malum kızın onları tahrik
etmediği?” diyor bir sapık. Bunu derler, “yapmadım, yarım kaldı” derler, “kız
bana saldırdı, yüzümü gözümü tırmaladı, kendimi korudum” derler. Derler de
derler. Hakimler de “bak, ne diyorlar?” derler.
Otobüslerde, metrobüslerde her gün yüzlerce genç kız, kadın
sarkıntılığa maruz kalıyor, ama sesini çıkaramıyor. Neden? Çünkü o erkek
suretindeki çamurlar, derhal üste çıkarak, “hem bana sarktın, hem de
bağırıyorsun” diyebiliyorlar ve kadınlar kendilerini o erkek çoğunluğunda
savunamıyorlar.
Bir başka katı yön:
Geçenlerde bir TV programında konuşmacılardan biri şöyle bir
iddia attı ortaya: “Bu ülkede üç mesleğe denetimsiz olarak girilebiliyor,
müteahhitlik, politikacılık ve şöförlük”. Her isteyenin denetimsiz olarak,
yalnızca yeterli ehliyeti var diye alındığı bir meslekte, istatistiksel olarak
belli sayıda sapığın olması normaldir. Batı ülkelerinde kamu araçlarında (taksi
dahil) şöför olmaya kalkanın, periyodik denetimlerle anası ağlar. Bizde sadece
ehliyete bakılır. Çünkü bu işte bir avanta yoktur.
Ayrıca polis doğru dürüst bir araştırma yapsa, gazete, TV
ilanlarıyla soruştursa, bu canavarın başka suçlarına da muhakkak erişecektir.
Kimse bir anda tecavüzcü katil kesilmez, o yaşına gelene kadar mutlaka daha
önce de benzer işler yapmış, belki kimseyi öldürmediği için ve kadınlar da
korku ve utançlarından şikayetçi olamadıkları için, yakayı ele vermemiştir.
Şimdi de toplumsal tefessüh
Tefessüh kelimesi günümüz Türkçesinde kokuşma, tefessüf
etmiş deyimi de kokuşmuş olarak karşılanıyor. Nedense eskisi bana daha yakın,
daha vurgulu geliyor.
Sırf eski dönemleri öven bir nostalji meraklısı olmak
istemem, ama eskiler hakikaten güzeldi. Daha bugün TV’de anlattılar, dolmuş
şöförü dikiz aynasından arkayı gözetler, bir kadını rahatsız eden birini
görürse, el frenini çeker, inip adamı arabadan atardı.
Ama benim vurgulamak istediğim başka bir nostaljik durum
var. Çok eski zamanlarda değil, aşağı yukarı on-onbeş yıl önce, babalar, suç
işleyen oğullarını, kızlarını kendi elleriyle teslim ederler, bunu yapmasalar
bile kurtarmak için yasadışı yollara başvurmazlardı. Hele onları kendi
suçlarına ortak etmeleri asla sözkonusu değildi. Adı bilinen mafya babalarının evlatlarının
çoğu, babaları tarafından yasadışı işlerden uzak tutulmuş, işlerin sürmesi
yeğenlerle, akrabalarla sağlanmıştır. Oğul ya da kız ise okutularak meşru
işlere yönlendirilmiştir. Bir zamanlar her gün küfür ettiğimiz Süleyman
Demirel, yeğeni Yahya Demirel hayali ihracattan yakalandığında, “benim adım
Süleyman, Yahya değil” demiş ve yeğeninin kurtulması için girişimde
bulunmamıştır.
Bu kadar nostalji yeter, belli bir ölçü verebilmek için.
Özgecan’ı ilk duyduğumda ve zanlıların ikisi baba-oğul olmak üzere üç kişi
olduklarını öğrendiğimde, maalesef bana hiç aykırı gelmedi. Tek düşündüğüm
“yuh, bu da mı oldu?” idi. Neden? İlk haberlerde üç kişi tecavüzün de suçlusu
olarak açıklandı. Hanım kızlarımız kusura bakmasın, biz yatılı okuldan yapılan
genelev seferlerinde arkadaşların aynı kadınla beraber olmamasına dikkat eden
bir nesilden geliyoruz. Burada ise bir baba-oğulun aynı tecavüz suçunun
ortakları olması, bizim nostaljik anlayışımıza aykırı olsa da, bana bugünün
baba-oğul ilişkisine aykırı gelmedi.
Sonradan meydana çıktı ki, ilk eylem yalnızca oğula
ait, ama baba böylesi bir eylem karşısında bile, oğlunun yanında yer alıyor ve
yakma eylemine bizzat katkıda bulunuyor. Böyle bir şeyi bizim babalarımız asla
yapmazdı, bundan eminim. Bu cürüm, son on-onbeş yılda, “dar’ül harp’te her şey
mübahtır, günahı, ayıbı yoktur” anlayışının toplumun en alt kesimlerine kadar
inmesi nedeniyle kolayca yapılmıştır.
Bu ilişki türünden hatırladığım ilk örnek, Türk Müziği
sanatçısı Sevim Tanürek’in RTE’nin oğlu Burak’ın kullandığı arabayla ezilmesi
ve sonrası (Big Boss, Mustafa Hoş), sonra AKP iktidarının başından bu yana
gelişen modern baba-oğul, baba-kız ilişkileri. Hani derler ya, imam osurursa,
cemaat (paralel değil) mıçarmış. İşte öyle.
Yıllardan beri bu seçimlerin son seçimler olması ihtimalini
öne sürüyorum. Çok bilinmeyenli bir denklem. Belki başarılı olabilir ve
demokrasiyi kurtarabiliriz. Ama oğlunun sapık cinayetine suç ortağı olan
babaların varolabildiği bir toplumu rehabilite etmek çok uzun soluklu ve çok
zor bir faaliyet olacak maalesef.
Okunması gereken yazılar:
“Özgecan’ı Öldürdüler”, “riya tabirleri” blog, Ümit Kıvanç,
14 Şubat 2015
Anlatılanların herkesin başına gelmesini istemem, ama
tecavüzcü katiller için, özellikle de çocuk tecavüzcüleri için çok da itiraz
etmem, yüreğim biraz serinleyebilir:
Ekşi Sözlük, “Özgecan Aslan” başlığı, sayfa 4, 39 no.lu
entry, yazarı zarri ...
Sağlıcakla kalın (ne kadar kalabilirseniz).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder