Kurban olduğum, verdikçe veriyor
Bülent
Arınç bir defasında ardı ardına seçilen aynı görüşten yüksek yargı başkanları
hakkında, ¨kurban olduğum, verdikçe veriyor¨ demişti.
Benim
herhangi bir güce kurban olma durumum yok, ama bir sürü olumsuzluğun yaşandığı
bu günlerde bazı olumlu ve hoş olaylar da ardı ardına geliyor, sanki onları
gerçekten bir doğaüstü güç veriyormuş gibi: AP raporu, ABD raporu, Yargıtay’ın
Ergenekon kararı, şike davasındaki gelişmeler vd.
Aslında
bunların hepsine tam manasıyla sevinemedim, çünkü özellikle raporlar
uluslararası planda bizi çok rezil ediyor. Yurt dışına gitmekten ve bu
konularda sorulara muhatap olmaktan korkar oldu insanlar. Diğer yandan da bu
raporların iktidarı yıpratmasından sinsi bir zevk aldığımız doğru (Schadenfreude).
Bunların
her biri başlı başına birer yazı konusu. Ama ben bu yazıda beni benden alan,
mutluluğa salan bir başka olaydan bahsetmek istiyorum.
Çandar buraya, yumruk havaya
Büyük gazeteci, yazar, fikir önderi, Orta Doğu
uzmanı, siyasi çizgisinden ömrü boyunca bir milim sapmamış dürüstlük abidesi
Cengiz Çandar’ın özeleştirisi yayınlandı. Nerede mi? T24 internet dergisinin 11
ve 12 Nisan tarihli sayılarında.
Durun,
hemen heyecanlanmayın. Yayınlanan, iki bölümlük bir röportaj. Bazı insanlar,
özellikle ikinci bölümü bir özeleştiri olarak algılamayı tercih ettiler. Ama
gerçeklik bu değildi.
Mesela,
Cumhuriyet Gazetesi İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay, ¨Mahalle
baskısına maruz kalmadan ifade edeyim: Helal olsun Cengiz Çandar'a. Keşke,
hepimiz bu derece samimi, net bir özeleştiri yapabilsek.¨ diye tweet atarken,
aynı gazetenin yazarı Orhan Bursalı, Çandar röportajlarını ¨mide bulandırıcı
bir metin¨ olarak niteliyordu.
Aslında bu röportaj dizisi üzerine rahatça içinde psikoloji,
sosyoloji, kriminoloji, aşk (Şems-Mevlana türünde tabii) vb. olan bir kitap
yazılabilir. Cengiz Çandar için böyle bir uğraşa girişmeye değer mi? Bence
değmez. Peki, benim yazacağım bu yazılara değer mi? Vallahi aslında buna da
değmez, ama bir yandan da es geçemeyeceğim bir durum söz konusu.
Cengiz Çandar’ı tek başına bir birey olarak görmek mümkün değil.
Röportajları okuduğunuzda ya da yapacağım alıntılarda göreceksiniz, arada bir
sorumlulukları isim de vererek birilerine paylaştırıyor. Siz de ben de o
isimleri zaten biliyoruz, o kişileri yakından tanıyoruz.
Büyük bir sabırla iki haftadan fazla bekledim, hani belki
onlardan birisi çıkar da ¨ben şu konuda Çandar’a katılmıyorum¨ der diye. Çıt
çıkmadı. Bana da bu konuda bir şeyler yazmak düştü. Ne demiştik yazının
başında: ¨Kurban olduğum, verdikçe veriyor¨.
Daha ileriye geçmeden yapmak zorunda olduğum önemli bir görev
var.
Hazal Özvarış
Böylesine kurt (bana kalsa çakal demeyi tercih ederim, ama hadi
neyse), tecrübeli, kendi tanımlamasıyla ‘public intellectual’ bir gazeteciyle,
bu kadar uzun ve kapsamlı bir röportaj
yapmaya cesaret edebilecek çok az basın mensubu vardır. Seçtiği sorular,
bunların akış sırası, bağlantıları, hiç çekinmeden (dümdük) son derece net ve
açık sorulmaları, zavallı Çandar çok istese de narsizmini saklayamayacağı bazı
soruların kurgusu ve daha sayabileceğim bir dolu olumlu özellik. Tüm bunlar
için, Hazal Özvarış’ı tebrik etmek istiyorum. Küçücük resminden anladığım
kadarıyla benden çok genç olması nedeniyle bir amcası, bir ağabeyi olarak
alnından öpmek istiyorum. Bu iş ancak bu kadar iyi yapılabilirdi. Aşk olsun kız
sana. (Diğer röportajları da harika, ama burada malum, bir çakal söz konusu).
Bir de ricam var
Ricam şu. Bütün sabrınızı ve dikkatinizi vererek bu iki
röportajı okuyun, İkisi fazla gelir, beni bayar derseniz, yalnızca ikinciyi (12
Nisan-T24) mutlaka okuyun. Sonra isterseniz benim bunlar üzerine yazacaklarımı
hiç okumayın. Size kalmış.
Gelecek yazılarımda bu röportajlardan alıntılar yaparak bazı analizler
oluşturmaya çalışacağım. Eğer röportajları okumamış olursanız, yapacağım
alıntıların uydurma, cımbızlanmış, kasti seçilmiş oldukları izlenimine
kapılabilirsiniz. Bu nedenle dikkatlice okuyun, töhmet altında kalmak istemem.
Neden Cengiz Çandar?
Cumhurbaşkanlarına, başbakanlara danışmanlık yapmış, onlarla
dost olmuş, binlerce köşe yazısı, ona yakın kitap yazmış, yüzlerce açık oturum,
panel ve konferansa konuşmacı olarak katılmış bir Türkiyeli aydının (!)
liberallikle buluşunca nereye kadar ilerleyebileceğinin (ya da düşebileceğinin)
acı bir örneği.
Şimdi tanıyıp bilenler, sol liberal yoldaşları dahil, çıkıp
diyebilirler ki, ¨yahu, adam Aydınlıkçı olarak yola çıkmış, yıllar boyu
fırıldak gibi dönmüş, bir sürü siyasi görüşe ve tavra az veya çok uğramış, bu
noktaya gelmiş. Şimdi tutup Cengiz Çandar’ı mı ölçü alacağız?¨
Allahı var, güzel soru. Ama benim için bu sorunun cevabı, daha
doğrusu cevabi sorusu çok kolay:
¨Peki kardeşim, eğer Çandar’ın (en azından YAE ya da Ergenekon
konusundaki) tavırları bir noktada seni bağlamıyorsa, fark ya da farklar nerede?
Adam birçok yerde senin adına da konuşuyor gibi. Eğer onun ifadeleri, seni
taşımak ya da paylaşmak istemediğin bir yük altına sokuyorsa, neden kendini
ondan ayırmıyorsun, neden farkını koymuyorsun?¨.
Şimdi tabii burada
eski bir Birikimci hilesine başvurulabilir.
¨Biz bir örgüt, teşkilat ya da organizasyon değiliz. Bir dergide yayınlanan fikirleri
beğenen, benimseyen ve bağımsız, bağlantısız bireylerden oluşan bir kitleyiz¨.
Bu yolu benimseyerek, ¨biz ‘yetmez, ama evet’ tavrında buluşmuş, bağımsız ve
bağlantısız liberal bireyleriz¨ ya da ¨biz, Ergenekon ve Balyoz gibi
davalardaki suçlamaların haklı olduğuna inanmış, bağımsız, bağlantısız bireyleriz¨
ayağı çekilebilir. Belki buna inananlar da çıkabilir. Ama bence çok ayıp olur,
insanların zekasıyla alay etmek gerçekten ayıptır.
Mesela YAE kampanyası sırasındaki organize işler, açık
oturumlar, paneller, otellerde toplantılar, mitingler, pankartlar, afişler,
dağıtılan bildiriler (hepsi aynı Pantone renginde), bağlantısız bağımsız
bireylerin ürünü olamaz. Bunu iddia ediyor olmak fevkalade ayıptır.
Bu yazdıklarım ışığında gelecek yazılarımda sevgili Cengiz
Çandar’ı öperken, bazı YAE’cilerden de makas filan alabilirim. Çünkü bütün iyi
niyetime rağmen henüz farklarını göremedim, duyamadım, okuyamadım. Bana göre
hâlâ hepsi aynı soydan.
Şimdi YAE’ci kullanışlı arkadaşlarıma bazı tavsiyelerde daha
bulunmak istiyorum.
Bir önceki yazımda size gösterdiğim ikinci çıkış yoluna (hani
içinizden söyleyeceğiniz) sakın sapmayın. O bir tuzak. Onu yapabilmek için,
malum, ahlak vanalarını kısmak gerekiyor. Henüz birinci büyük günahınızın kefaretini
ödemeden, bir yükün altına daha girmeyin. Bilin ki, onun da hesabını sorabilecek
hem azmimiz hem de gücümüz var. (Haydaa, bu birinci çoğul şahıs da nereden
çıktı? Kimiz acaba biz?).
Önce hukuk
Hemen dertlenmeyin. Başka çıkış yolları da olabilir. Ama nereye
çıkacağınız belli olmaz. Bunların denenmesinden önce, mutlaka göz önünde bulundurulması
gereken bazı evrensel hukuk kurallarını vurgulamam lazım ki, o yollara
başvurmadan önce bu kurallara uygun olup olmadığını ölçebilesiniz. Gelecek
yazılarımda bu kurallar konusuna tekrar dikkat çekecek ve örnekler vereceğim.
Herhalde herkes farkındadır ki, ülkemizde hukuk uzun zamandır
perişan olmuş durumda. Bence bunun başlıca nedeni ise, siyasi ve dini saiklerle
hukuğun bin yıllara dayalı ve evrensel bazı temel kurallarının göz ardı
edilmesi.
Dört örnek:
Masumiyet karinesi: ¨Kişi bir suçtan yargılanıp, hüküm
giymedikçe (mahkum olmadıkça) masumdur.¨ Ergenekon Davası’nın tümünde ihlal
edilen bu karine üzerine çok şey yazılabilir.
Suçun şahsiliği: Her birey, sadece kendi işlediği suçtan
sorumludur. Çok açık değil mi? Bu da Ergenekon’un temel sorunlarından biri.
Usulün esasa önceliği: Latincesi yani taa Roma Hukuku’ndan gelen
biçimi ¨Ego sum maxime ad rationem antecedentis¨ olan bu ilke, büyük
hukukçu Cevdet Paşa tarafından ¨usul esasa mukaddemdir¨ olarak Mecelle’ye
alınmış. Ne yazık ki, bu da Ergenekon vb. davalarda hem mahkeme heyetleri hem
de bizim kullanışlılar tarafından göz ardı edildi.
Şüpheden sanık yararlanır: Latincesi ¨in dubio pro reo¨ olan bu
binlerce yıllık ilke de, bizim davalarda hiç görülmemiş ve bu körlük
liberallerce (tabii Cengiz Çandar’ca da) alkışlanmıştır.
Bunları bu araya sokmanın nedeni şu: Röportajları ya da benim
yazacaklarımı okudukça göreceksiniz ki, sevgili Çandar bunları göz ardı etmeyi
hala sürdürüyor. Özellikle ikinci yazıda öyle yapmıyormuş gibi laflar ediyor,
ama yapmayı sürdürüyor. Bu nedenle de o yazıları özeleştiri olarak kabul etmek
imkansız.
"Bana
soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır".
¨Ceterum censeo Carthaginem esse delendam¨.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder