9 Nisan 2015 Perşembe

Galatımeşhur


Osmanlıcada “galatımeşhur” diye bir kavram vardır. Pek severim, yani kavramın kendisini değil, örneklerini. Ben birkaç örnek vereceğim, fazlasını isteyenler  www.fibiler.org sitesine başvurabilirler. Orada farklı türlerine örnekler  bulmak mümkün. Galatımeşhur, kelime veya deyimlerin yaygın olarak yanlış bir biçimde kullanılması sonucu, yanlış halinin doğrusunun yerini almasıdır.
En komik galatımeşhur örneklerine, farklı şive ve ağızların bir arada bulunduğu asker ocağında rastlanır. Ülkenin farklı kent ve bölgelerinden gelen insanlar, söylenmesi zor gelen bir kelimeyi kolay telaffuz edebildikleri bir kelimeyle ikame ederler ve o yanlış telaffuz herkes tarafından benimsenir.
Asker ocağından bir iki örnek vereyim, buradaki örnekleri telaffuza bağlı olarak değişen ve yanlış kullanılan kelimelerden seçtim. Birinci örnek: “Tektif”. Askerin çarşı iznine ya da genel olarak garnizon dışına çıkarken giydiği, kamuflajsız elbiseye “tektip” denir. Ama büyük şehirlerden gelen ve şivesi düzgün olanlar haricinde tüm askerler “tektif”i kullanır, bir süre sonra diğerleri de mecburen  buna uyar. 
İkinci örnek: “Tesisat”. Kelimenin doğrusu “teçhizat”tır, ama dil döndürme zorlukları bunu “tesisat”a dönüştürmüştür. Asker gazinolarında ya da yatakhanelerinde, “beş kilometre tam tesisatlı koşturdu, şerefsiz” türünden konuşmalara sıkça rastlanır.

Galatımeşhurun askerdeki kralı


Askerliğe girdik, galatımeşhur dedik. Yaşanmış en güzel örnekten bahsetmezsek olmaz.
Sekiz aylık askerliğimin beş buçuk ayını bir ceza taburundaki eğitim birliğinde eğitim çavuşu olarak yaptım. Neden ceza taburu olduğunu anlatmayacağım. Bloğumu takip edenler anlar. Yaklaşık 450 mevcutlu bölükte benimle birlikte ama yirmi ay görev yapan yirmi kadar erbaş (kadro, onbaşı, çavuş) vardı ve bunların her biri Anadolu’nun farklı yerlerinden geliyorlardı. Farklı kökenlerine rağmen her dakika kullandıkları ortak bir küfür vardı: “Senin dalağını s.kerim”, “dalağını s.ktiğimin askeri” ya da “dalağını s.ktiğimin askerliği”. İlk birkaç gün içinde beş on dakikada bir aynı küfürün farklı versiyonlarını duyunca, hafif bir şoka girdiğim söylenebilir. Çoğu karaciğerinin hatta midesinin yerini elle gösteremeyecek olan bu onbaşı ve çavuşlar, bu ortak küfürün içinde, çok daha sofistike ve bilinmez bir organ olan “dalak”ı kullanıyorlardı. Üstelik bu organa yönelik olarak anatomik açıdan olanak dışı bir cinsel eylemden bahsediyorlardı.  
Önce dikkatle takip ederek ve hatta sorarak, kullanılan kelimenin “dalak” olduğundan iyice emin oldum. Sonra da içlerinde en uyanıklarından birine (Ankara yakınında kendine ait  bir benzin istasyonu vardı delikanlının) bu küfürün manasını sordum. Cevap son derece basitti: “Ne bileyim Ziya Baba, böyle duyduk, böyle gidiyor”. (Aynı çavuş, bölük komutanına benimle ilgili bir tekmil verirken “Çavuş Bayman” yerine yine “Ziya Baba” dediği için fena dayak yemişti. Kasılmak gibi olmasın, babalığımız TC Ordusu’nda da tescillidir).
Sonraki birkaç günüm fırsat buldukça bu konuda kafa patlatmakla geçti. Birkaç çavuşa, hatta Beykozlu olduğu için enseye tokat olduğumuz üsteğmene bile sordum. Kimse işin aslını bilmiyor, ama herkes kullanıyordu.
İstanbul-İzmir karayolunun paralelindeki devriye hattında mutad gece devriyesindeyken (beş buçuk ayın beş ayında her gece, bazı geceler iki kez tam tesisatlı (!) nöbetteydim. Sanırım cezamın nedeni değil, ama cezanın kendisi biraz aydınlanmıştır) birden kafamda ışıklar yandı ve meseleyi çözdüm.

Rahmetli Sait Gökçe


Şimdi çok daha evvelki yıllara gidiyoruz. İstanbul Erkek Lisesi’nde haftada bir ya da iki saat Almanca derslerimize rahmetli Sait Gökçe gelirdi. Kendisi akademisyen ve spor yazarı Deniz Gökçe’nin babası olur. Urfa’nın Halfeti kazasındandı. Almanca’yı da Türkçe’yi de Urfa şivesiyle konuşan, derslerinde kâğıt uçak ya da tebeşir, silgi, lastik savaşları yapılan, sınıfça enfiye çekilerek hapşırılan bir adamcağızdı. Bir ders yılının sonunda (hangi yıl olduğunu hatırlamıyorum, ama herhalde yeterince büyümüştük) karne notları da verilmiş olduğundan boş geçecek bir derste Sait (biz aramızda ona böyle derdik) bizimle kendisinden hiç beklenmeyecek bir sohbete daldı. Almanya’daki yıllarını, Urfa’yı, Halfeti’yi anlatırken konu nereden geldiyse yerel kavramlara geldi ve Sait yine kendisinden hiç beklenmeyecek bir hikâye anlattı.
“Biri Urfalı diğeri herhangi bir Batı ilinden iki arkadaş varmış. Urfalı çok muzip bir adammış. Arkadaşı kafasındaki kepeklerden bir türlü kurtulamadığını, ne denediyse bir işe yaramadığını söyleyince, hemen aklına bir fetbazlık gelmiş. Mısır Çarşısı’nda aktarlık yapan bir hemşehrisinin adını ve adresini verip, oradan on liralık DILLAK(!) yağı almasını ve yıkanırken kafasına bunu sürmesini söylemiş.
Saf Batılı vakit geçirmeden Mısır Çarşısı’na koşmuş ve Urfalının hemşehrisi olan aktarı bulmuş. On liralık dıllak yağını istemesiyle, dayağı yemesi bir olmuş. Bu dayağı neden yediğini safça sorduğunda, Güneydoğu bölgesinde “dıllak” kelimesinin kadın cinsel uzvu anlamına geldiğini öğrenmiş. Meğer aktarın İstanbul’daki tüm Urfalı arkadaşları, hafta sekiz gün dokuz birilerini bulup, onun dükkanına dıllak yağı almaya gönderirlermiş. O da, sabrı taştığı için, bu sefer sopayı kullanmış.”
Bu hikâye aklıma gelince ve kelimeler arasındaki yakınlığı fark edince, üstüne üstlük birinde olanak dışı olan cinsel faaliyetin diğerinde cuk oturduğunu görünce, küfürün kaynağı ayan beyan ortaya çıktı. Belli ki yıllar önce Güney Doğu bölgesinden askere gelen birileri kelimeyi küfürün içinde” dıllak” olarak kullanmış, bu da yıllar içinde “dalak”a dönüşmüştü. (Kelimenin epistomolojik kökleri konusunda Facebook’ta Ali Rıza Sığırcı kardeşime başvurabilirsiniz.)
Galatımeşhur’un kelime ve askerlik bazındaki örnekleri burada bitiyor. Bir sonraki yazı, hatalı kullanılan deyimlere ve doğru anlaşılamayan bazı ifadelere ilişkin. Orada da oldukça ilginç bir, iki örnekten yola çıkıyorum. Bence kaçırmayın.
Sağlıcakla kalın.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder