Galatımeşhur
Osmanlıcada “galatımeşhur” diye bir kavram
vardır. Pek severim, yani kavramın kendisini değil, örneklerini. Ben birkaç
örnek vereceğim, fazlasını isteyenler
www.fibiler.org
sitesine başvurabilirler. Orada farklı türlerine örnekler bulmak mümkün. Galatımeşhur, kelime
veya deyimlerin yaygın olarak yanlış bir biçimde kullanılması sonucu, yanlış
halinin doğrusunun yerini almasıdır.
En komik galatımeşhur örneklerine, farklı şive ve
ağızların bir arada bulunduğu asker ocağında rastlanır. Ülkenin farklı kent ve
bölgelerinden gelen insanlar, söylenmesi zor gelen bir kelimeyi kolay telaffuz
edebildikleri bir kelimeyle ikame ederler ve o yanlış telaffuz herkes
tarafından benimsenir.
Asker ocağından bir iki örnek vereyim, buradaki
örnekleri telaffuza bağlı olarak değişen ve yanlış kullanılan kelimelerden seçtim.
Birinci örnek: “Tektif”. Askerin çarşı iznine ya da genel olarak garnizon
dışına çıkarken giydiği, kamuflajsız elbiseye “tektip” denir. Ama büyük şehirlerden
gelen ve şivesi düzgün olanlar haricinde tüm askerler “tektif”i kullanır, bir
süre sonra diğerleri de mecburen buna
uyar.
İkinci örnek: “Tesisat”. Kelimenin doğrusu
“teçhizat”tır, ama dil döndürme zorlukları bunu “tesisat”a dönüştürmüştür. Asker
gazinolarında ya da yatakhanelerinde, “beş kilometre tam tesisatlı koşturdu,
şerefsiz” türünden konuşmalara sıkça rastlanır.
Galatımeşhurun askerdeki kralı
Askerliğe girdik, galatımeşhur dedik. Yaşanmış en
güzel örnekten bahsetmezsek olmaz.
Sekiz aylık askerliğimin beş buçuk ayını bir ceza
taburundaki eğitim birliğinde eğitim çavuşu olarak yaptım. Neden ceza taburu
olduğunu anlatmayacağım. Bloğumu takip edenler anlar. Yaklaşık 450 mevcutlu
bölükte benimle birlikte ama yirmi ay görev yapan yirmi kadar erbaş (kadro,
onbaşı, çavuş) vardı ve bunların her biri Anadolu’nun farklı yerlerinden
geliyorlardı. Farklı kökenlerine rağmen her dakika kullandıkları ortak bir
küfür vardı: “Senin dalağını s.kerim”, “dalağını s.ktiğimin askeri” ya da
“dalağını s.ktiğimin askerliği”. İlk birkaç gün içinde beş on dakikada bir aynı
küfürün farklı versiyonlarını duyunca, hafif bir şoka girdiğim söylenebilir.
Çoğu karaciğerinin hatta midesinin yerini elle gösteremeyecek olan bu onbaşı ve
çavuşlar, bu ortak küfürün içinde, çok daha sofistike ve bilinmez bir organ
olan “dalak”ı kullanıyorlardı. Üstelik bu organa yönelik olarak anatomik açıdan
olanak dışı bir cinsel eylemden bahsediyorlardı.
Önce dikkatle takip ederek ve hatta sorarak,
kullanılan kelimenin “dalak” olduğundan iyice emin oldum. Sonra da içlerinde en
uyanıklarından birine (Ankara yakınında kendine ait bir benzin istasyonu vardı delikanlının) bu küfürün manasını
sordum. Cevap son derece basitti: “Ne bileyim Ziya Baba, böyle duyduk, böyle
gidiyor”. (Aynı çavuş, bölük komutanına benimle ilgili bir tekmil verirken
“Çavuş Bayman” yerine yine “Ziya Baba” dediği için fena dayak yemişti. Kasılmak
gibi olmasın, babalığımız TC Ordusu’nda da tescillidir).
Sonraki birkaç günüm fırsat buldukça bu konuda kafa
patlatmakla geçti. Birkaç çavuşa, hatta Beykozlu olduğu için enseye tokat
olduğumuz üsteğmene bile sordum. Kimse işin aslını bilmiyor, ama herkes
kullanıyordu.
İstanbul-İzmir karayolunun paralelindeki devriye
hattında mutad gece devriyesindeyken (beş buçuk ayın beş ayında her gece, bazı
geceler iki kez tam tesisatlı (!) nöbetteydim. Sanırım cezamın nedeni değil,
ama cezanın kendisi biraz aydınlanmıştır) birden kafamda ışıklar yandı ve
meseleyi çözdüm.
Rahmetli Sait Gökçe
Şimdi çok daha evvelki yıllara gidiyoruz. İstanbul Erkek
Lisesi’nde haftada bir ya da iki saat Almanca derslerimize rahmetli Sait Gökçe
gelirdi. Kendisi akademisyen ve spor yazarı Deniz Gökçe’nin babası olur.
Urfa’nın Halfeti kazasındandı. Almanca’yı da Türkçe’yi de Urfa şivesiyle
konuşan, derslerinde kâğıt uçak ya da tebeşir, silgi, lastik savaşları yapılan,
sınıfça enfiye çekilerek hapşırılan bir adamcağızdı. Bir ders yılının sonunda
(hangi yıl olduğunu hatırlamıyorum, ama herhalde yeterince büyümüştük) karne
notları da verilmiş olduğundan boş geçecek bir derste Sait (biz aramızda ona
böyle derdik) bizimle kendisinden hiç beklenmeyecek bir sohbete daldı.
Almanya’daki yıllarını, Urfa’yı, Halfeti’yi anlatırken konu nereden geldiyse
yerel kavramlara geldi ve Sait yine kendisinden hiç beklenmeyecek bir hikâye anlattı.
“Biri Urfalı diğeri herhangi bir Batı ilinden iki
arkadaş varmış. Urfalı çok muzip bir adammış. Arkadaşı kafasındaki kepeklerden
bir türlü kurtulamadığını, ne denediyse bir işe yaramadığını söyleyince, hemen
aklına bir fetbazlık gelmiş. Mısır Çarşısı’nda aktarlık yapan bir hemşehrisinin
adını ve adresini verip, oradan on liralık DILLAK(!) yağı almasını ve
yıkanırken kafasına bunu sürmesini söylemiş.
Saf Batılı vakit geçirmeden Mısır Çarşısı’na koşmuş
ve Urfalının hemşehrisi olan aktarı bulmuş. On liralık dıllak yağını
istemesiyle, dayağı yemesi bir olmuş. Bu dayağı neden yediğini safça
sorduğunda, Güneydoğu bölgesinde “dıllak” kelimesinin kadın cinsel uzvu
anlamına geldiğini öğrenmiş. Meğer aktarın İstanbul’daki tüm Urfalı
arkadaşları, hafta sekiz gün dokuz birilerini bulup, onun dükkanına dıllak yağı
almaya gönderirlermiş. O da, sabrı taştığı için, bu sefer sopayı kullanmış.”
Bu hikâye aklıma gelince ve kelimeler arasındaki
yakınlığı fark edince, üstüne üstlük birinde olanak dışı olan cinsel faaliyetin
diğerinde cuk oturduğunu görünce, küfürün kaynağı ayan beyan ortaya çıktı. Belli
ki yıllar önce Güney Doğu bölgesinden askere gelen birileri kelimeyi küfürün
içinde” dıllak” olarak kullanmış, bu da yıllar içinde “dalak”a dönüşmüştü. (Kelimenin
epistomolojik kökleri konusunda Facebook’ta Ali Rıza Sığırcı kardeşime
başvurabilirsiniz.)
Galatımeşhur’un kelime ve askerlik bazındaki
örnekleri burada bitiyor. Bir sonraki yazı, hatalı kullanılan deyimlere ve
doğru anlaşılamayan bazı ifadelere ilişkin. Orada da oldukça ilginç bir, iki
örnekten yola çıkıyorum. Bence kaçırmayın.
Sağlıcakla kalın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder