İki ileri, bir geri
Osmanlı İmparatorluğu’nun savaş sanatına yaptığı büyük
katkılardan biri de, mehter takımıdır. Mehter, sadece güç ve silah kullanmaya,
stratejik ve taktik hamlelere dayanan savaş konseptine dünyada ilk kez
psikolojik bir savaş aracı olarak girdi. Mehter, farklı psikolojik etkiler
yaratmayı hedefliyordu.
Osmanlı ordusu yeni sefere çıktığında, daha önce işgal etmiş
olduğu topraklardan geçerken, mehter takımı sürekli marşlar çalardı. Böylece
bir yandan orduya moral verirken bir yandan da o toprakların halklarına
Osmanlı’nın gücünü bir kez daha hatırlatmış olurdu.
Savaş alanına yaklaşırken mehterin gümbür gümbür sesi, süslü
ve kalabalık görüntüsüyle birlikte, düşmanın moralini savaş başlamadan sarsmayı
amaçlıyordu. Savaş alanına hakim bir tepeye padişahın otağı kurulur, hemen
yakınına yerleşen mehter takımı bütün gün boyunca belli aralıklarla çalmaya
devam ederdi. Böylece bir yandan Osmanlı ordusuna moral ve gaz verirken bir
yandan da düşman ordusunun moralini bozmayı ve varsa gazını almayı amaçlardı.
Şimdi, eğer sabredip yazıyı buraya kadar okuduysanız, dünya
savaş tarihine böylesine önemli bir katkıda bulunmuş bir organizasyonun,
söylenegeldiği gibi, “iki ileri, bir geri” adımlarla yürüyor olması size garip
gelmiyor mu?
Bence mehter takımının günümüzde de süren asıl moral bozucu ve
hattâ yıkıcı etkisi, üzerine yamanmış olan bu yürüyüş temposu masalıdır. Eğer
bir komplo teorisyeni olsaydım, bu masalın bizi uyuşukluğa sevketmek ya da
başarısızlığı kolayca kabullendirmek için “düşmanlarımız”ca uydurulduğunu
söylerdim. Aslında komplo teorilerine çok uzak olduğumu iddia edecek değilim,
ama bu kadarı da fazla.
Maalesef bu masal bizzat bizim (şimdi burada Türk milleti
mi, Türkiye halkları mı, Osmanlı’nın varisleri mi, ne diyeyim? İşi
zorlaştırmanın gereği yok, ben yine bizim diyorum. Kim ne anlarsa anlasın) uydurduğumuz
ve üzerimize de itirazsız yapışmış, herkes tarafından kabul görmüş bir
palavradan ibaret.
Herkesin ağzından, “eh, tabii böyle mehter takımı gibi iki
ileri bir geri gidersek, bir yere varamayız”, “biz mehter takımı gibi iki ileri
bir geri gidersek, elin oğlu bizi fersah fersah geçer tabii ki” türünden
cümleler duyabilirsiniz.
İşin kötü tarafı, böyle bir cümlenin ardından “peki, bu geri
adımı engellemek için ne yapmalıyız” sorusu gelmez. Onun yerine “abi, biz
böyleyiz”, “bu millet zaten adam olmaz” türünden kabullenmeler duyulur. Belki
de bu masalın böylesine kabul görmesinin nedeni, başarısızlıklar, yenilgiler,
geride kalmalar konusunda herhangi bir sorumluluk duymaktansa, suçu tüm topluma
yayarak hafifletiyor olmaktır.
Çarpıtılan gerçek
Kendimize (burada yine “biz?”) bu kadar olumsuz
yüklendiğimiz bence yeter. Şimdi çıkış noktamızın çarpıtılmış gerçeğine
dönelim. Önce kesin bir bilgi: Osmanlı Ordusu’nun Mehteran Bölüğü (mehter
takımı) ordunun yenilgiye ya da bozguna uğradığı savaşlar dışında, yani
görevini yerine getirmekteyken tek bir geri adım atmamıştır. Mehter takımının
yürüyüş temposu, iki ileri bir geri değil, üç ileri bir es şeklindedir. Yani
örneğin, sağ, sol, sağ, es, sol, sağ, sol, es şeklindedir.
Bu tempoya birisi çok bilinen bir mehter marşı, diğeri ise
yakın tarihimizden bir marş olmak üzere iki örnek vermek istiyorum.
Önce yeniden adımlar:
Sağ, sol, sağ, es, sol, sağ, sol, es, sağ, sol, sağ, es,
sol, sağ, sol, es.
Gözünüzde canlanır gibi oldu mu? Güzel.
Şimdi en tanıdık mehter marşlarından biri, (yine virgülle
ayıracağım)
Ced, din, de, den, nes, lin, ba, ban, hep, kah, ra, man,
Türk, mil, le, ti,
Or, du, la, rın, pek, çok, za, man, ver, miş, ti, ler,
dün, ya, ya, şan.
Şimdi aslında ana konuyla, yani iki ileri bir geriyle ilgili olmayan ama bir zamanlar aynı müzik ve tempoyla söylenmiş bir başka marşa geçmek istiyorum.
Önce bazı açıklamalar yapmam lazım.
Bu marşın asıl güftesi, milliyetçi tavrı ağır basmış olan
şair Abdurrahman Karakoç’a ait. Daha sonra kimliği bilinmeyen bazı kişiler,
aynı kalıbı kullanarak uzun bir ilavede bulunmuşlar ve Karakoç’tan bir kıta ile
yeni yazılan bir kıtadan Milli Nizam Partisi marşını oluşturmuşlar.
Benim için Karakoç’un önemi, hâlâ çözememiş olduğum bir
sırda yatmakta. Radikal milliyetçi (haydi aslını söyleyelim, faşist)
ideolojinin sadece şairi değil, aynı zamanda ideologlarından biri olan bir
insan, “Mihriban” adlı şarkının sözlerini nasıl yazmış olabilir? “Lambada
titreyen alev üşüyor” gibi bir mısrayı nasıl yaratabilir? Bence Karakoç’a
ideolojik seçimi bakımından yazık olmuş. Çok daha büyük olabilirdi.
Bir konuyu daha vurgulamak lazım. Günümüz gençlerinin çoğu
Milli Nizam Partisi’ni tanımaz. Bu parti Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş
yolunda kurmuş olduğu ilk partidir. 1970 yılının Ocak ayında kuruldu. Bir yıl
sonra kapatıldı. Ardından sırasıyla Milli Selamet, Refah, Fazilet ve son olarak
da Saadet Partisi kuruldu.
Gelelim marşa, tempo ve müzik aynı:
Koç burcuna, yay burcuna, bebeklerin avucuna,
Minarelerin ucuna, hak yol İslam yazacağız.
Masonların locasına, solcuların kafasına,
Türkün anayasasına, hak yol İslam yazacağız.
Burada dikkatinizi çekmek istediğim bir nokta var: Günümüzde
AKP’nin hiçbir marşı ya da şarkısında Türk sözcüğüne rastlayamazsınız. Ama
Erbakan’ın Milli Nizam Partisi’nin marşında zaten partinin adında da görülen
“milli” ve “Türk” kavramları yer alıyor. Önemli bir fark, değil mi?
Milli Nizam Partisi kısmının yazının esasıyla ve vurgulanmak
istenen hatalı söz kullanımıyla ilişkisi olmayabilir, açıkça özür dilerim. Ama
bazen yazmanın ve malumatfuruşluğun şehvetinden kendimi alıkoyamıyorum. İki
marş arasında ortak musikiden başka bir bağlantı kuramazdım. Gençler, bu konuyu
da fırsattan istifade öğrensin istedim.
Sağlıcakla kalın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder