12 Nisan 2015 Pazar

İki ileri, bir geri


Osmanlı İmparatorluğu’nun savaş sanatına yaptığı büyük katkılardan biri de, mehter takımıdır. Mehter, sadece güç ve silah kullanmaya, stratejik ve taktik hamlelere dayanan savaş konseptine dünyada ilk kez psikolojik bir savaş aracı olarak girdi. Mehter, farklı psikolojik etkiler yaratmayı hedefliyordu.

Osmanlı ordusu yeni sefere çıktığında, daha önce işgal etmiş olduğu topraklardan geçerken, mehter takımı sürekli marşlar çalardı. Böylece bir yandan orduya moral verirken bir yandan da o toprakların halklarına Osmanlı’nın gücünü bir kez daha hatırlatmış olurdu.

Savaş alanına yaklaşırken mehterin gümbür gümbür sesi, süslü ve kalabalık görüntüsüyle birlikte, düşmanın moralini savaş başlamadan sarsmayı amaçlıyordu. Savaş alanına hakim bir tepeye padişahın otağı kurulur, hemen yakınına yerleşen mehter takımı bütün gün boyunca belli aralıklarla çalmaya devam ederdi. Böylece bir yandan Osmanlı ordusuna moral ve gaz verirken bir yandan da düşman ordusunun moralini bozmayı ve varsa gazını almayı amaçlardı.

Şimdi, eğer sabredip yazıyı buraya kadar okuduysanız, dünya savaş tarihine böylesine önemli bir katkıda bulunmuş bir organizasyonun, söylenegeldiği gibi, “iki ileri, bir geri” adımlarla yürüyor olması size garip gelmiyor mu?

Bence mehter takımının günümüzde de süren asıl moral bozucu ve hattâ yıkıcı etkisi, üzerine yamanmış olan bu yürüyüş temposu masalıdır. Eğer bir komplo teorisyeni olsaydım, bu masalın bizi uyuşukluğa sevketmek ya da başarısızlığı kolayca kabullendirmek için “düşmanlarımız”ca uydurulduğunu söylerdim. Aslında komplo teorilerine çok uzak olduğumu iddia edecek değilim, ama bu kadarı da fazla.

Maalesef bu masal bizzat bizim (şimdi burada Türk milleti mi, Türkiye halkları mı, Osmanlı’nın varisleri mi, ne diyeyim? İşi zorlaştırmanın gereği yok, ben yine bizim diyorum. Kim ne anlarsa anlasın) uydurduğumuz ve üzerimize de itirazsız yapışmış, herkes tarafından kabul görmüş bir palavradan ibaret.

Herkesin ağzından, “eh, tabii böyle mehter takımı gibi iki ileri bir geri gidersek, bir yere varamayız”, “biz mehter takımı gibi iki ileri bir geri gidersek, elin oğlu bizi fersah fersah geçer tabii ki” türünden cümleler duyabilirsiniz.

İşin kötü tarafı, böyle bir cümlenin ardından “peki, bu geri adımı engellemek için ne yapmalıyız” sorusu gelmez. Onun yerine “abi, biz böyleyiz”, “bu millet zaten adam olmaz” türünden kabullenmeler duyulur. Belki de bu masalın böylesine kabul görmesinin nedeni, başarısızlıklar, yenilgiler, geride kalmalar konusunda herhangi bir sorumluluk duymaktansa, suçu tüm topluma yayarak hafifletiyor olmaktır.

Çarpıtılan gerçek


Kendimize (burada yine “biz?”) bu kadar olumsuz yüklendiğimiz bence yeter. Şimdi çıkış noktamızın çarpıtılmış gerçeğine dönelim. Önce kesin bir bilgi: Osmanlı Ordusu’nun Mehteran Bölüğü (mehter takımı) ordunun yenilgiye ya da bozguna uğradığı savaşlar dışında, yani görevini yerine getirmekteyken tek bir geri adım atmamıştır. Mehter takımının yürüyüş temposu, iki ileri bir geri değil, üç ileri bir es şeklindedir. Yani örneğin, sağ, sol, sağ, es, sol, sağ, sol, es şeklindedir.

Bu tempoya birisi çok bilinen bir mehter marşı, diğeri ise yakın tarihimizden bir marş olmak üzere iki örnek vermek istiyorum.

Önce yeniden adımlar:

Sağ, sol, sağ, es, sol, sağ, sol, es, sağ, sol, sağ, es, sol, sağ, sol, es.

Gözünüzde canlanır gibi oldu mu? Güzel.

Şimdi en tanıdık mehter marşlarından biri, (yine virgülle ayıracağım)

Ced, din, de, den, nes, lin, ba, ban, hep, kah, ra, man, Türk, mil, le, ti,
Or, du, la, rın, pek, çok, za, man, ver, miş, ti, ler, dün, ya, ya, şan.


Şimdi aslında ana konuyla, yani iki ileri bir geriyle ilgili olmayan ama bir zamanlar aynı müzik ve tempoyla söylenmiş bir başka marşa geçmek istiyorum.

Önce bazı açıklamalar yapmam lazım.

Bu marşın asıl güftesi, milliyetçi tavrı ağır basmış olan şair Abdurrahman Karakoç’a ait. Daha sonra kimliği bilinmeyen bazı kişiler, aynı kalıbı kullanarak uzun bir ilavede bulunmuşlar ve Karakoç’tan bir kıta ile yeni yazılan bir kıtadan Milli Nizam Partisi marşını oluşturmuşlar.

Benim için Karakoç’un önemi, hâlâ çözememiş olduğum bir sırda yatmakta. Radikal milliyetçi (haydi aslını söyleyelim, faşist) ideolojinin sadece şairi değil, aynı zamanda ideologlarından biri olan bir insan, “Mihriban” adlı şarkının sözlerini nasıl yazmış olabilir? “Lambada titreyen alev üşüyor” gibi bir mısrayı nasıl yaratabilir? Bence Karakoç’a ideolojik seçimi bakımından yazık olmuş. Çok daha büyük olabilirdi.

Bir konuyu daha vurgulamak lazım. Günümüz gençlerinin çoğu Milli Nizam Partisi’ni tanımaz. Bu parti Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş yolunda kurmuş olduğu ilk partidir. 1970 yılının Ocak ayında kuruldu. Bir yıl sonra kapatıldı. Ardından sırasıyla Milli Selamet, Refah, Fazilet ve son olarak da Saadet Partisi kuruldu.

Gelelim marşa, tempo ve müzik aynı:

Koç burcuna, yay burcuna, bebeklerin avucuna,
Minarelerin ucuna, hak yol İslam yazacağız.

Masonların locasına, solcuların kafasına,
Türkün anayasasına, hak yol İslam yazacağız.

Burada dikkatinizi çekmek istediğim bir nokta var: Günümüzde AKP’nin hiçbir marşı ya da şarkısında Türk sözcüğüne rastlayamazsınız. Ama Erbakan’ın Milli Nizam Partisi’nin marşında zaten partinin adında da görülen “milli” ve “Türk” kavramları yer alıyor. Önemli bir fark, değil mi?

Milli Nizam Partisi kısmının yazının esasıyla ve vurgulanmak istenen hatalı söz kullanımıyla ilişkisi olmayabilir, açıkça özür dilerim. Ama bazen yazmanın ve malumatfuruşluğun şehvetinden kendimi alıkoyamıyorum. İki marş arasında ortak musikiden başka bir bağlantı kuramazdım. Gençler, bu konuyu da fırsattan istifade öğrensin istedim.

Sağlıcakla kalın.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder